26 Mayıs 2010 Çarşamba

Bayrak

 Ben uçurtma derdim. Onlar bayrak derlerdi.

 Köye giderdik, sonbahar ya da ilkbahar. Uçurtma mevsimi... "Hadi Mert sen de gel bayrak uçurcaz" derdiler bana. "Ni bayrağı ya uçurtma o" derdim. Gidip "bayrak" uçururduk.

 En küçükleri şimdi Bursa'da kuaför olarak askerlik yapıyor. Her zaman kızlarla ve "karılarla" olan yarı yalan yarı doğru hikayelerini anlatır bana. "Halaoğlu" diye seslenir bana. Ne hikmetse köydeki lakabı "doktor" idi. Ne halt yedi de bu lakabı kazandı hiç bir zaman öğrenemedim.

 Bir büyükleri askerliğini komando olarak yaptı. Ailemizin en muzip en uçarı adamlarından biri olan Hüseyin Abi; askerden durgun, düşünceli, sessiz bir adam olarak döndü. Tabi bu hale geçmesinde, henüz bir yıl önce annesini (yengemizi) kaybetmesinin de etkisi büyük. İçlerinden anneye en bağlı olan oydu. Oymuş. Bana öyle söylediler. Bana "mühendis bey" diye seslenir.

 "Bayrak Master" dır kendisi. Çocukluğumuzda yaptığı uçurtmaların kenarlarına jilet takıp diğer uçurtmaların iplerini kesip, depar atıp tee öteki köyden uçurtmayı kapardı.

 Bir büyükleri çok uzun boylu bir arkadaştır. Bana bir keresinde bir uçurtma yapmıştı. Eve götürmüştüm. Otobüstü tuhaf tuhaf bakmışlardı bana. O uçurtmayı, onların deyişiyle bayrağı, uçurmak hiç nasip olmadı. Kayboldu gitti. Bana "işe yaramaz" der. Sokakta falan karşılaştığımızda "naber lan işeyaramaz" şeklinde selam verir. Küfürleşir, şakalaşırız. Askerliğini Kıbrıs'ta yaptı. Kıbrıs'tan buraya koli koli içki getirdi. İsmini bile ilk kez duyduğum içkiler... Severim kendisini.

 En büyükleri, geçen sene evlenen kızımız. "İşe yaramaz"ım ben hakketten. Tembelliği çok seviyorum. Bir işin ucundan tutmam, ailenin "işeyaramazı" benimdir. Geçen sene, bu paragrafı kendisine ayırdığım kızımız evleneceği zaman, düğününe gitmeyecektim. "Ne işim var benim köyde yeaa, o da benim düğünüme gelmez ödeşiriz" demiştim. Annem zar zor ikna etti beni. Çeşit çeşit, her biri birbirinden muhteşem el çırpma figürlerimle düğüne renk kattım. O da bana "Mert" der.

 Hepsi uçurtmaya "bayrak" der. Tuhaf şey.


Düzenleme: Kargıdan ve beyaz şeffaf naylondan yapılmış sıradan bir uçurtma resmi bulmaya çalıştım, bulamadım. Bizim "bayraklarımız" öyleydi.

18 Mayıs 2010 Salı

hopdiridiri datdiri ditdiri dom

 Evde yalnız olmayı seviyorum.

 Kedi yavrusunu bulamaz burada, bu evde. Ama ben çorabımın diğer tekini bulabiliyorum. Bu bloga yazdığım en kısa yazı olacak bu.

 Yaşıyorum ben. O yani. Onu söylemek istedim.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Serbest Çağrışım-5

  • İyi buldum bunu. Yazı yazmak isteyince ve de yazacak birşeyler bulamayınca patlatıyorum başlığı: Serbest Çağrışım!
  • Aslında bir yöntemmiş serbest çağrışım. Şimdi okudum. Psikoanaliz için kullanılan bir şeymiş. Hasta kişi aklına gelen alakasız şeyleri yazar. Bu da karakterinin dip köşesinde kalmış şeyleri ortaya çıkartır. Gibi birşey... 
  • Mesela birisi vardır. Senden büyük birisi. Sen daha ufaksındır o zaman. O, senden büyük kişi, senin gözünde bilge, dolu dolu bir insandır. Babana anlatırsın mesela o kişiyi. "Aa tanıyorum ben onu, işe yaramazın tekidir" der. Ya da "hiç bir halt bildiği yok o adamın, iki üç ezbere cümlesi var tekrarlayıp durur" der. İlla ki baba değil bu kişi, yine senden büyük birisi işte. Aradan bir kaç sene geçer, o kişi, senin güzünde yüce olan o kişi sana "dallamanın teki" olarak gözükmeye başlar. "İşe yaramazın teki" dersin sen de o adam/kadın için. Merak ediyorum şimdi. O kişi hakkındaki görüşlerinin değişmesinin sebebi, babanın/amcanın/dayının/teyzoğlunun/kayınçonun sana o kişi hakkında kötü birşeyler söylemiş olması; yani bir çeşit koşullanma mıdır yoksa o bir iki sene içinde olgunlaşmış, hayata daha farklı bakmaya mı başlamışsındır? Cevap verin ulan!
  • Yaa böyle sorarım ben, yamulturum!
  • Çakmakla oynuyorum ben. Naylon buluyorum bir tane. Pazar poşeti gibi. Çakmakla veriyorum ateşi. Yamuluyor. Çok güzel değil mi?
  • Ufakken yine çakmakla bir şeyler yakıp oynarken elime naylon damlatmıştım. Canım çok yanmıştı.
  • Teyzemin oğlu var. Bayan kuaförü. Onun yanında çalışan bir eleman var. Naylona "laylon" diyor.
  • Üç sene önceydi sanırım. Amcam yazlığa davet etmişti beni. Gitmiştim. Deniz kıyısında -çok da kıyısı değil- çekirdek yiyorduk. Bir kadın vardı. Çekirdek çöplerini yere atlayalım diye yırtınıyordu. Çabasını taktir ediyorum ama bu çabayı göstermeye sebep gösterdiği şey çok komikti. "Doğaya zarar vermeyelim" diyordu. Oha diyorum. Çekirdek çöpüyle küresel ısınmaya sebep olmak! Çekirdek çöpüyle ozon tabakasını delmek. Çekirdek çöpüyle New York'un ortasında nükleer bomba patlatmak.
  • O çekirdek çöplerini yarın gittiğimizde bulamazdık. Karıncalar alıp taşıyordu zaten, biz daha yerken. En kötü ihtimal rüzgar çıkar çöpler denize giderdi. Çekirdek çöpü. Tuzlu su. Ömrü ne kadar olabilir?
  • Naylon diyordum değil mi? 
  • Baykal "bazinga" diyecek bence.
  • Bugün bilmem kaçıncı kez "Kahpe Bizans" izledim.
  • Uyuyorum ben artık. Akşam yatıp sabah kalkıyorum. İnsanların çok büyük bir kısmının rutin olarak yaptığı bu şeyi yapabilmek benim için çok zor oldu. 
  • Şöyle oldu. Uzun süre uyumadım. Sonra erken uyudum. Sabah kalktım. Çok zordu yaa!
  • Pazarda "Capital" diye bir sigara satıyorlar. Tabi el altından. Sigara çok kötü. İçilmiyor. Ama farklı amaçlara hizmet edebilir. Sigaranın içinde minnacık bir kağıt var. Kırmızı sarı renkler yoğun, üzerinde "capital" yazıyor. Kitap ayracı olarak çok kullanışlı.
  • Turnusol kağıdını aside batırırsan kağıt kırmızıya döner. Eğer baza batırırsan maviye döner. Bu da böyle biline.
  • Bunca yıldır İzmir'de otururum. Kordon'da oturup güneşin batışını izleyerek bira içmemiştim bunca yıldır. Dün yaptım. Ne mutlu bana. 
  • Capital başkent demekti değil mi? Evet öyleymiş şimdi baktım sözlükten. Başka anlamları da var. Büyük harf demek aynı zamanda. Ama başkent oluşu daha güzel. Bence öyle. 
  • Rome Total War oynardım ben. Yine olsun yine oynarım. Orada Roma dışında bir ülkeyi yönetip, şimdiki İtalya'yı işgal edip "Rome" şehrini başkent yapmak acaip haz veriyordu bana.
  • Bir de şey vardı. Ordum çok güçlü olduğunda ulaklar haber getiriyordu bana, hükümdara. "Our armies shake the earth when they march" diyordu. "Ordularımız yürürken dünyayı sarsıyor" demek sanırsam. Bu cümle de çok hoşuma giderdi.
  • Yaz geliyor a dostlar.
  • Düşünüyorum düşünüyorum angutluk bende mi?
  • Bir hafta kadar önce, kaybettiğim mp3 çalarımın usb kablosunu bulmuştum. Herhangi bir usb ile bağlanamaz o, kulaklık girişiyle usb girişi aynı şekilde. Neyse buldum kabloyu. "Ula" dedim "mp3 çalar yok ben bu kabloyu mabadıma mı sokayım?" Geçen gün kız kardeşim buldu getirdi mp3 çaları. Şimdi fıldır fıldır kablo arıyorum.
  • Şimdi kafamı camdan çıkartıp "Neytiriii" diye bağıracağım ha! 

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Nişan-Ada-Ben?

-Bak. Orada park etmiş bir araba var.
-Evet.
-İçinde bir tane adam var bak.
-Evet, ee?
-Bak bak telefonla konuşuyor.
-Tamam, ee?
-Eesi bak işte herşeyi görüyorum ben. Gözümden hiçbişey kaçmaz benim.
-Hııı. Tamam o zaman.
-Al kokoreç bi'tane kokoreç ye beybleyd.
-Yok abi çok tokum.

 Bana beybleyd lakabını takan sarhoş amcayla aramda geçen bir diyalogdur. Kocaman arabalar var ya hani. İsmini bilemedim şimdi, heçbek mi diyorlar ne diyorlarsa. Doblo falan. Öyle bir aracın açık bagajına oturmuş biralarımızı içiyorduk. Bagaj bira ve kokoreç stoğuydu. Amca kızımın nişanıydı.

 Bizden 25-30 metre öteden düğün salonunun içinden "düğün sesleri" geliyordu.

 Bitti nihayet nişan zımbırtısı.

 Amcaoğlu gidip "henüz nişanlanmış" ablasıyla konuştu. Sonra "henüz nişanlanmış" eniştesiyle... Yanıma geldi.
-Mert, sen de geliyorsun, dedi.
-Bak sorun olmasın. Tek araba gidilecek diyorlar. Son ana kadar da yoktum planda.
-Yok yok konuştum ablamla falan, geliyorsun.

 Nişandan sonra, buralarda nerdeyse adet olduğu üzere, Kuşadası'na gidilecekti. Ben de gidecektim. Ama huzursuzdum. Son anda dahil olmak, arabaya sıkış tepiş binmek vardı. Bir de birilerinin "bu dallama da kim" bakışlarına maruz kalma ihtimali.

 Nişan evine gittik sonra. İnsanlar üzerlerinden pek şahşahlı kıyafetlerini çıkartıp biraz daha şahşahsız ama yine de baya şahşahlı olan kıyafetlerini giydiler. Sandalyenin birine sinmiş bekliyordum. İki teyze/abla geldi. Tanışıyoruz kendileriyle. Ama iki üç senedir görmüyorlar beni. "Aa güzel çocuk, ne kadar büyümüşsün sen" dedi bir tanesi. "Aa evet Mert baya büyümüşsün" dedi diğeri. "Güzel çocuk" nedir ya? "Yakışıklı çocuk" deseniz bi'yeriniz mi eksilecek. Neyse. "Evet" dedim "uzadım baya".

 Amcaoğlunu kıstırdım bir ara. "Hatice Abla'yla (amca kızı, henüz nişanlanmış insan) bir de ben konuşayım rahat edemedim" dedim.

 En nihayetinde de Hatçe Abla'yı yalnız yakalayabildim ve soramadım!

-Hatice abla, şey Özgün söyledi bana da yine de bi sor...
-Yok yok yok, Mertcim hiç sorun olmaz, gel.
-Ya eğer... sorun olc...
-Yok Mert sorun falan yok saçmalama geleceksin!

 Soramadım. Ama tavrı beni rahatlatmıştı. İndik aşağıya arabalara doluştuk. Arabalar diyorum çünkü iki araba olmuştuk. On bir kişiydik toplamda. Hatice Abla klasik "yeni nişanlanmış kız" halinde, sinirliydi. Anlamıyorum o olayı hiç. Daha önce de gördüm çünkü. Yeni nişanlanmış/evlenmiş kızlar düğün sonrası herkese veriyorlar ayarı. Agresif oluyorlar.

 Bindik arabalara tuttuk "Ada" yolunu. Yol üstünde bir bakkalda durup sigara stokladık. Devam ettik geldik adaya. Adaya en son mezuniyette gitmiştim. Aramızda bir tane reşit insan vardı ve adanın en sağlam diskolarından birisine tanıdık kıyağıyla girebilmiştik. Çok güzel bir gün geçirmiştik. Ben bu seferde de bir diskoya falan gideceğimizi sanıyordum. Ama canlı müzik yapılan alkollü bir mekana oturduk. Asfaltın üstünde "Captain's House" isimli bir yer.

 Bir sene içinde bu kadar değişim göstermek mümkün müdür yahu. Oturduğumuz mekan beni sıktı. Daha eğlenceli bir şeyler umuyodum. Ama geçen sene gittiğimiz diskoya gitseydik de kafam kaldırmazdı dıpçıs dıpçıs disko müziğini. Ara formda, arada kalmış sessiz sakin oturdum masanın en ucunda. Bir tane 70'lik votka bir tane 70'lik rakı açtırdılar. Ben ve amcaoğlu birşey almadık ilkin. Nişan esnasında içmiştik iki-üç bira. Üstüne de karnımızı tıka basa doyurmuştuk, midede yer kalmamıştı. Sonra ikimizin de canı çay çekti. Sigarayla giderdi hani. Çay istedik. Grubun en yoz ikilisi olma yolunda emin adımlarla ilerliyorduk. Çay yokmuş, neskafe getirelim dediler. Son anda az önce yazdığım cümleyi de düşünerek "yok" dedim. "Vişne votka alayım ben". Bir tane votka bardağı bir tane de neskafe getirdiler. Votkamı koydu eleman. Bir sigara yaktım.

-Her şeyi anladım da. Bu resmen gürültü, dedim amcama daha nişan devam ederken, yarım bıraktığımın hikayemin geldiği noktadan iki üç saat önce.
-Ehehe. Evet Mert evet. Öyle, bu kadar zeki olmak zorunda değilsin, dedi.

 Düğün müziğinin gütültü olduğu tespitini yapmamda nasıl bir zeka pırıltısı görmüştü bilmiyorum. O da çakmıştı iki üç bira. Biralar gördü zeka pırıltısını herhalde.

 Masamızda "birkaç iyi adam" eksildi. Üç kişi kalktı gitti işte. İyi adammıydılar değilmiydiler bilmem. Bir tanesi sünger gibiydi, boyna bira içiyordu. Diğeri dinci bir arkadaştı meyve suyu içiyordu. Gittiler. Ben de votkamı bitirmek üzereydim. Birden birşeyler oldu, alkol kanıma karıştı, ya da ona benzer birşey. Eğlenmeye başladım. Konuşmalara katılmaya espriler-şakalar-komiklikler yapmaya. "Aa birisi dahavarmış masada" diye düşündü insanlar. Bu arada belirtmeliyim zihin okuma güçlerim var. Öyle dediler. Bir tanesi "ahanda konuştu dallama" dedi. Bir tanesi "kes be gerizekalı" dedi. Ama diğerleri "aa birisi daha varmış" dedi. Duydum.

-O Faruk amca, ne kafa adam ya.
-Öyledir öyledir.
-O adam hep öyle mi? Sarhoş mu geziyor hep?
-Evet öyledir amcam ya, 7/24 içer.

 Bu cevabı veren "henüz nişanlanmış" kızımız.

 Ben amcaoğlunun kulağına eğiliyorum. "Haksızlık ediyorlar" diyorum. O da farkında. Babam alkoliktir falan ama abarttılar.

-Yok canım 7/24 falan değil. Okuldan geldi mi içmeye başlar işte. Hep de sarhoş gezmez, diyor amcaoğlu.

 Bu arada Hatice Abla beni göstererek diyor ki: "Bak işte oğlu burda. Ona sorun ehehe". "7/24 değil de içer babam, sağlam içer" diyorum.

 Aslında babam da çok fazla savunulacak taraf bırakmıyor be. Ne söylesem durumu iyileştirmez. Okuldan geldimi içer. Akşam 6da başlar içmeye. Hemen her gün de içer. Eee? Savunma mı bu şimdi. Sarhoşa yatıp "Benim babam var ya benim babam, adam bi'kere ulan" desek. Cık. O da olmaz. "Amaaa, içer içer bi'şey olmaz. Sağlam içicidir, Bir keresinde 70lik rakı bitirip ta Klaros'tan buraya kadar getirmişti bizi arabayla" desem. Belki biraz kurtarır, belki. Ama tam olarak kurtarmaz. Temelli alkolik yerine koymuş olurum o zaman da. "İçiyü içiyü etki etmiyü" demek, adam yıllardır içiyor demektir.

 Neyse yetti babam.

-O kızın numarasını al abla, Özgün istiyor de.
-Hangisi?
-O hani şukardacık giyinen. Minnacık hani.
-Hani elbisesi tek renk olan mı?
-Bİlmiyorum. Kısacıktı işte.
-Saten elbiseli mi?
-Ya işte kısacıktı elbisenin eteği.

 ...

Ah be Özgün! Başka bir yerine daha dikkat etseydin kızın be evlat! Kızı tanımlayabilecek tek cümlesi var. "Kısacıktı etek"...

 250 Lira hesap geldi. Para vermeye çalıştıksa da, Özgün kayındirader olduğundan ondan almadı parayı "henüz nişanlanmış" genç. Ben de parayı Özgün'e verip uzatmasını söylemiştim. Benim para da kabul edilmedi.

 Sonrasında çorbacıya gittik. Bu bir klasiktir. Çorbacıda bir anlık gaflet ve delaletlerinden faydalanarak 23 Liralık hesabı ben ve Özgün vermeyi başardık. Hiç olmazsa gururumuzu kurtardık. Çünkü sigaramızı bile adam almıştı yol üstünde durduğumuzda. "Siz ne içiyorsunuz" diye sorup gitmişti. Biz arabadan inemedik zaten, tek kapı çalışıyordu.

 Sabahleyin de evime geldim. "Tekrar hayırlı olsun Hatice Abla" dedim. "Henüz nişanlanmış" gençler ikisi bir ağızdan "sağolasın Mert" dediler. "Hayırlı sabahlar" dedi enişte bey. Geldim evime.

 Bir uyudum pir uyudum. 18 saat. 18 saatlik maratonda bir kere uyanıp yarım litrelik bira bardağına su doldurup içtim. Tekrar yattım.

 Uyandım da buraya geldim.

6 Mayıs 2010 Perşembe

Eleştiri-İftira Ayrımı

 Sabaha kadar oturdum. Yüzüklerin Efendisi izledim. Çay may içtim. Uyumadım. Uyumayacaktım zaten, öyle planlamıştım.

 Saat 9 gibi kalktım ikametgah belgesi almaya gittim. Mahallemizin muhtarını kahvlatısından kaldırdım, yüreğim burkuldu, içim kan ağladı, eteklerim tutuştu, damlaya damlaya göl olur!

 Oradan doğru nüfus müdürlüğüne gittim. Nüfus cüzdanımı kaybetmiştim. Sırf nüfus cüzdanım olsa iyi. Komple cüzdanımı kaybettim. İçinde banka kartım da vardı öğrenci kimliğim de kent kartım da... Ki kent kartımı çok severdim ben, mandalina vardı üstünde. Herşeyi geçtim, ulan o cüzdan eski sevgilimden hediyeydi!

 Nüfus müdürlüğüne gitmiştim değil mi? Evet oradaydık. Saçma sapan bir sıra vardı. Çalışan tek eleman vardı. Sonradan seksi bir ablamız geldi, iki oldu çalışan eleman sayısı.s Seki abla bana şey dedi. "Git muhtarlıktan nüfus talep belgesi al gel, iki tane de foroğraf getir" dedi.

 Küfrettim. Çok küfrettim.

 İki gün önce boşuna mı gidip sormuştum ben "neler lazım" diye. Oradaki görevli kişi bana ikametgah al gel demişti. Bre deyyus, neden eksik bilgi verirsin? Hatta hatta yanlış bilgi verirsin. İkametgahı istemediler bile sonra. Elimde fazladan ikametgah belgem var. Ve elimde eksiğinden üç lira yok -bu ne yaman çelişki blog?

 Tekrar gittim muhtrarımıza. İstedim "nüfus talep zıkkımı"nı. "Annenle gel" dedi. Reşit olduğumu söyledim -tipten anlaşılmıyor malesef. "Yok illa annenle geleceksin" dedi, yok efendim neymiş, birisi benim adıma gelip nüfus talep zıkkımı isteyip sahte kimlik çıkartabilirmiş. Bizi korumak için yapıyormuş bunu kendisi.

 Anamı da alıp gittim.

 Aldım da sonunda nüfus talep zıkkımını. Muhtarın odasında/ofisinde/kulübesinde/barakasında Microsoft Word ile yazılıp, yazıcıdan çıkartılmış, uygun bir camcıda çerçeveletilmiş bir yazı dikkatimi çekti.

 Eleştiri:İnsanlığın gereğidir.
 İftira:İnsanlığın ayıbıdır!

 Altına da kendi adını yazmış muhtar amcam. Özlü bir söz bulup "anskym anonim demesinler buna" kaygısı taşımak.

 Gittim çıkarttım nüfusumu, yaklaşık atmış, yanlış duymadınız kırk değil, elli değil, elli beş değil, atmış liraya patladı. Devletim soyguncu olmuş be. Nüfus cüzdanını ve hatta cüzdanını kaybeden mağdur insan, bir de ceza ödüyor. Hey Töbe Mastam!

 İkametgah belgesini kullanmadım az önce de söylediğim

                                                             - - -

 Bir yıldan fazla oldu eve bu bilgisayarı alalı. DVD sürücüm bozuk. Gittim bugün aldığımız yere. Şikayetimi belirttim.

 -DVD sürücüsü bozuk. CD okuyor ama DVD okumuyor.
 -Nasıl olur? Olmaz öyle şey, yalnızca CD sürücü olmasın seninki?
 -Yok değil.
 -Tuhaf valla olmaz öyle şey ama.
 -Bana da tuhaf geliyor ama öyle yani. Siz bunun tamiratıyla ilgilenebilir misiniz? Yapıyor musunuz tamirat?
 -Yapıyoruz yapıyoruz, akşam ona kadar açığız biz getir sen kasayı bugün.
 -Kasayı? Neyse tamam. Bir de şey var. Çıkma bir DVD sürücüyü kaça bulabilirim ben?
 -Çıkma yok şu anda elimizde ama kullanılmamış var yetmiş liraya olur.
 -Yetmiş iyimiş olabilir.

 Konuşmanın bu kısmında annem devreye girer ve bilgisayarımıza format atıp atamayacaklarını sorar.

 -Format, format atarız abla.
 -Yok aslında gerekli değil, elinizde varsa windows cd'si ben atarım evde formatı.
 -Yok, şimdi windows cd'lerinin çoğaltılması yasal değil. Lisans falan olayı.

 Bak bak bak döte bak!

 -Peki biz kasayı buraya getirsek, siz burada format atsanız lisanslı windows mu kuracaksınız?

 Bu soruyu cevabı bilmediğimden sormadım. Maksat kıstırayım dötoğlanı! Tam o sırada içeriye birisi daha girdi. "Yok canım olur mu öyle şey, lisanslı değil tabi ki" dedi. "Ben de onu diyorum işte" gibisinden birşeyler fısıldadım. Bana cd veremez, yasal değil. Ancak kendisi yasal olmayan kaçak vindozu bana kurabilir. Çünkü "format attım parası" on lira kıstıracak. Ah ulan!

 Düzenleme: Fotoğraf ne alaka hiç bilmiyorum.

Mayıs

 Mayıs oldu, altısı oldu hatta.

 Uzun zamandır yazı yazmıyorum. Aklıma yazacak şeyler geldi. Yazmadım. Neden yazmadım. Bir kaç kez yazma girişiminde bulundum; indirmekte olduğum dosya internetimi katlettiği için "Yeni Kayıt" dedim kaldım. Açılmadı işte bu sayfa. Onun dışında yazmamamın bir sebebi daha var. Hevesim kırıldı. Okuyan yok. Eee, neden yoruyorum kendimi, kağıt- kalem ikilisini klavyeden daha çok severim.

 Bir gün var ya bir gün. Pişman olacaksınız ulan! Beni okumayan insanlar. Latife ediyorum. Beni bilirsiniz "cenk itme sevüş, ben buna inanırım". "Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü" filminde geçen beni yaran bir cümledir tırnak içinde yazdığım.

 Bir Mayısta İstanbul'a Taksim'e gitmek isterdim. Eğer Sakarya'da okumaya devam ediyor olsaydım giderdim de garanti.

 İkisinde yine Sakarya'da olurdum.

 Üçünde de Sakarya'da olurdum. Yurtta otururdum.

 Hep otururdum.

 Burada ne yaptım peki? Evde oturdum. Evet, iyi ki gelmişim buraya. Yurtta oturacağıma evde oturuyorum. Daha ne isteyeyim.

 Dün hıdrellezdi. Ayrıca babamın doğum günüydü. Akşam uğradım yanına kendisinin. "Bugün doğum günün müydü senin?" dedim, "evet" dedi. "Kutlu olsun" dedim, "sağol" dedi. Sonra dedi ki: "Annem hıdrellezde doğdun derdi bana, beşidir altısıdır, öyle bir şeylerdir".

 Yedi mayısta yine yurtta otururdum.

 ...