30 Temmuz 2010 Cuma

Neyse Neyse.

 Yanımda kadın hoca, "debriyajı kavra" diyor. "Ney?" diyorum. "Kavramak"... Şöyle bir avuçlayası geliyor insanın değil mi ama? Neyse öğreniyorum "kavrama"nın ne halt olduğunu. İlçe içi küçük bir tur atıyorum.

 O bir şey değil. "Jose Saramago'nun "Körlük" isimli kitabı var mı" diye soruyorum, Sevgi Yolu'ndaki elemana. Bir buçuk saat anlatıyor. "Ne kadar kaliteli bir yere geldiğini anla diye" diyor. "Ben Hozeyle direk röportaj yaptım. Bizim dergi adına ben gittim. Tüm kitaplarını okumuştum zaten. Körlük hakkında bir soru sordum..."

 Anlatıyor işte.

 Baya baya anlatıyor. Sonra da bana "Baltasar ve Blimunda"yı satıyor. Direk "Hoze" söylemiş en iyi kitabım diye.Neyse diyorum.

 "Hmm, şu anda ismini hatırlayamıyorum, Halikarnas Balıkçısı, soyadı Kabaağaçlı olan yazarımızın bir kitabı var mı elinizde?" diyorum. "Cevat Şakir Kabaağaçlı"! "Bak bir şey daha anlatayım sana... Cevat Şakir'in çok yakın bir dostu olan bir şair var. Tanıyor musun bilmiyorum." Bu ara bana o şairin ismini söylüyor. "Tanımıyorum" diyorum. "İşte o şairin evinde, oğluyla çay içmişliğim var benim." Neyse. "Ötekilerin Çocukları" isimli kitabını alıyorum Balıkçı'nın.

 Bir de tavsiye de bulunmak istiyor bana. "Bu Ölümsüz" isimli bilim-kurgu bir kitap çıkartıyor. "Hiç bilim-kurgu okudun mu?" diyor. "Hayır" diyorum. "İlla da bunu oku" diyor.

 Muhabbetin burasından sonrası biraz daha ilginçleşiyor.

-Tamam okuyayaım tamam da, tüm parayı kitaba mı vereyim, yirmi lira kitaba veremem şimdi, diyorum.
-O aptal yirmi lirayı nerelere vermiyorsun ki...
-Hayır olay o değil, kitaba vereceğim yirmi liraya acıdığımdan değil. Eve dönecek param kalmayacak.
-Sen dert etme, eve bir şekilde dönülür.Ben yıllar önce Ankara'da gittim bir fuardan bir sürü kitap aldım. Tüm paramı bitirdim. E İzmir'e dönmem gerekiyor. Bindim trene. Kondüktör geldi. Bilet falan. Yok dedim. Tutanak tut "tüm parasını kitap almaya verdiği için bilete parası kalmamış" yaz dedim. Yok in falan yaptı. İnmiyorum ya dedim. Polis çağır dedim. Ve ben İzmir'e döndüm o gün.

  Helal olsun be. Devam ediyor arkadaşımızın konuşması.

-Yine yıllar önce. Bir tane kitaba ihtiyacım vardı. Seksen Lira'yıdı kitap. Girdim dükkana. Kitabı aldım çantaya attım. Çaldım bildiğin. Çıkışta yakaladılar beni. Ver kitabı, vermiycem. Ver, vermiycem... Polis çağırın dedim. Benim bu kitaba ihtiyacım var, okumam lazım ama param da yok. Polis çağırın mahkemeye verin, banane, bu kitabı vermiycem ben dedim.

 Hakket helal olsun. O anda benim aklıma gelmedi. Verdim parası neyse, sıktı çünkü eleman, "sus gari" der gibi verdim parasını aldım kitaplarımı yürüdüm. Abim dedi, "araklasaydın ya kitapları". "Madem o araklamış. Kitapları torbaya atıp, iygünler abi diyip yürüseydin ya"... Süper fikir aslında. "Abicim ben şimdi sen bu kitapları bana ballandıra ballandıra anlattın, merakımı cezbettin, ben bunları okumak için ölüyorum. Okumam lazım ya. Hayde, ben aldım bunları, görüşürük". "Hop nereye" felan diyecek o orada. "E polis çağır. Polis çağır lan! Vermiyorum, benim bunları okumam lazım, polise dersin kitap alcak parası yokmuş çaldı dersin"...

 Ah ulan. Keşke yapsaydım bunu. Çünkü o zaman ortaya çıkardı "akgt karagt". İki saat anlattın işkembeden mi salladın yoksa samimi misin? Polis çağırırsa, samimi değildir. İşkembeden sallamıştır. "Yok abim helal olsun ne diyim" derse samimidir. Bunu deneyebilirdim. Neyse neyse.

  "Yakarca" diye bir şey var ya. Allah belasını versin o yaratığın. Sesi de yok. Bi'an "cız" ediyor, çoktan geçirmiş.
 
Neyse neyse. Bu yazıyı sadece "uzun süredir yazmıyorum" diye yazdım. Hayde eyvallah.

6 Temmuz 2010 Salı

Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim

 "Saat sabah altı. Uyumadan gitsem ya. Peki dayabanilir miyim? Haydi diyelim dayandım saat 1'e kadar. Beş saat. Yok yok yedi saat. E sonra sekiz saat çalıştırırlarsa beni. On beş saat. Dayanabilir miyim?"

 Bilmiyorum. Ve bakın şu anda ne yapıyorum. Püfür püfür esen yatağımdan kalktım bir yazı yazıyorum.

 "Sabah işe gitcem" demek ne tuhafmış arkadaş. Az önce söyledim bunu yatağımda. On sekiz yıllık hayatımda ilk kez kuruyorum bu cümleyi. Çok dedim "sabah okula gitcem" diye. Çok da gittim, çok da gideceğim ömrüm varsa. Ama "işe gitmek"... "İşe gidecek olmak"... Tuhaf geldi. Biraz mutluluk verdi ne yalan söyleyeyim. "Bir işe" yarayacağım galiba. Çocukluktan beri takıntımdır zaten. "İşe yaramak"!

 Amcamın arı sağımını yaparken çok kuvvetli hissetmiştim o duyguyu. "İşe yarıyor muyum la ben" duygusunu. On dört on beş yaşımdaydım. Büyük ihtimalle on dörttüm de her on dört gibi on beş diyordum yaşıma. Yorucu bir iştir arı sağımı. Dünyanın en yorucu işi diyemem. Bilemem çünkü. Ama yorucu. Şöyle yorucu. Yaz aylarında olur sağım. "Ney sağımı" olduğuna göre değişir ama benim katıldığım sağım ağustos ayındaydı. Düşünün ağustos sıcağını. Sonra bir çadır düşünün. Çadır kurulmak zorunda. İçinde çalışıyorum ben. Bir de şeyi ekleyin bunun üstüne. Arı sokmasın diye giyilen hantal "arıcı kıyafetleri"ni. Sabah sekiz-dokuz başlanır, akşamüstü biter beş gibi.

 İşte çalışıyordum ben öyle. Hep de aklıma geliyordu: "Burada amcamın yeğen kontenjanından mı bulunuyorum ben? Yoksa bir işe yarıyor muyum?"

 Öyle değilmiş ama. İşe yaradım. Çok da mutlu oldum. Üstüne de para aldım zaten. Çatır çatır yedim iki-üç günde. Bir mavi ceket almıştım o zaman kendime. "Kendi" kazandığım paramla. Şimdi kardeşime de küçük geliyor. Kapşonluydu. Çok güzeldi.

 Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim. Bunu bitirdim az önce ben. Nazım Hikmet'in romanı. Zaten dört tane roman yazmış toplamda. Yığınla da şiir. Konumuz bu değil ama. Yani, "bir kitap eleştirisi" değil. Belki bir kaç cümle kurarım kitapla ilgili, o kadar.

 Anlatımı çok tuhaf. Yani... Çok farklı. Hiç görmedim böyle bir şey. Ahmet ismindeki romanın başkişisinden bahsediyor mesela. "Ahmet şöyle etti böyle etti" diyor. Üçüncü kişinin ağzından anlatıyor olayı. Sonra Ahmet oluyor. "Şöyle ettim böyle ettim" diyor. Ve bir roman altı üstü ama. Çok fazla hikaye var içinde. Bunu en iyi yapan adam olarak Dostoyevski'yi bellemiştim. Hikayelerin içine hikayeler sokmak. Bilmem kaç koldan anlatmak olayı.

 Güzel özetle.

 Ben "büyük hayalleri olan adam" olmak istemiyorum. Sen de isteme. Her kimsen şu anda. "Küçük hayaller" kurmak, kurabilmek istiyorum. "Büyük şeyler" ise "hedeflerim" olmalı benim. Senin de öyle. Her kimsen şu anda...

 Evet ben de yaptım. "Piyango çıksa lan bana" hayalini ben de kurdum, çok kurdum. Aynen senin yaptığın gibi yaptım kardeşim. Gayrimenkule yatırdım parayı. Bir tane apartman satın aldım sonra. Kirasını yedim çatır çatır. Ama farklı bir şey söylemeye çalıştığım. Bir insanın hayali "doktor olmak" olmamalı. Hedefi "doktor olmak" olmalı. Piyangodan farklı. Anlatabiliyor muyum?

 Az önce kafamı yastığa gömmüşken... Yüzüstü uyurum zaten. Islık çalmaya çalıştım. İlk önce ağzı "kemçük" ederek çaldığım ıslığı çalmaya çalıştım. Tam yapamadım. Sonra dudağı uzatarak çaldığım ıslığı çaldım. Yine olmadı. Kafamı kaldırdım. Çaldım. Hangi şarkıydı hatırlayamadım şimdi.


 Yaşamak güzel şey hakketten. Sabaha kadar oturmak. Yastık ağzını tıkadığı için ıslık çalamamak. Güzel şey. Kimbilir kim okuyacak bilmeden "haybeye saçmalamak" da güzel şey. 

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Melamet Hırkası

 Mesela çekirdek içi. Ne kadar gereksiz bir şeydir. Çiğdem de derler ama, çekirdek işte. Geçen gün amcoğluna bir avuç verdiler yoldan geçerken çekirdek içi. O da yarısını bana verdi. Normalde on beş dakikada yiyeceğim çekirdeği lüp diye ağzıma attım. Çekirdek yemekteki amaç "çekirdek yemek" değildir ki bir kere. Çitlemektir. Bir de çekirdeğe "çeğirdek" diyen bir çocuk vardı bizim mahallede eskiden, o ayrı hikaye...

Müslüm Gürses'in söylediği bir şarkı var. Melamet Hırkası. Sık sık dinlemesem de sözlerinin bir kısmını bilirim şarkının. "Kah çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi. Kah inerim yeryüzüne seyreder alem beni"... Evet abi! Olay da budur zaten. LYS Fen sınavının yapıldığı gün sınavdan çıkan arkadaşlarla toplandık ve tabi ki içtik. Amma velakin ben içemedim. Henüz iki üç gün önce fazla "köpeköldüren" içip kusmuştum. Ve hıyar herifler de gidip şarap almışlar bok var gibi. Bira falan alsalardı ben de içecektim o gün ama şarap içemedim. Masada yamulanları izlemek de zevkliymiş be. İçmek sarhoş olmak güzeldir elbet. Ama bazen de içmeyip sarhoş olanları izlemek gerek. Normalde pek fazla içmeyen bir arkadaşımız, şimdi isim vermeyeyim ayıp olur, o gün sınavdan çıkmanın rahatlığımı diyeyim her ne halt ise, baya sağlam içti. Bundan dört yol önce Umut Cafe isimli pastanede çekildiğimiz fotoğrafı tekrar çekildik adamla. Poz şöyle: İki tane çirkin herif birbirine sarılır ama ikisi de birbirinden tiksinmiştir kafaları uzak tutarak sarılırlar. Var bu fotoğraf elimde. Hiç estetik değil... Öyle işte. Her zaman "inip de yeryüzüne" seyre sunmayacaksın kendini. Bazen "çıkıp da gökyüzüne" seyredeceksin alemi. Büyüksün Müslüm Baba!

  Bir şeyler oldu. Halimden yakınır oldum. Kızdım ona buna. İçinde bulunduğum durumu vahim ve çaresiz buldum. Ama saçma. Yakınmak, hele benim durumumda yakınmak saçma.

 Amcoğlunda kaldım. Eve ikişer bira soktuk. Dışarıda da birer tane içmiştik. Sonra O uyuyakaldı. Benim de canım sıkıldı sabah beşte çıktım onların evden, giderim evimde uyurum dedim. Hala yakınıyordum. Bu yaz da doğru dürüst bir tatil yapamayacağıma yakınıyordum. Küçü-çük ilçemde tıkılıp kalacağımdan sinirliydim. Sonra birilerini gördüm. Yaşlı insanlar. İki açıdan da baktım olaya. İki açıdan da yavşağım yahu ben!

 Ben bir çeşit "içki aleminden" çıkmış evime dönerken ve durumumdan yakınırken; göğsünün kılları ağarmış saçı sakalı birbirine karışmış ve yine ağarmış bir amca gördüm. Bisikletiyle çöplerden şişe topluyordu. Belki de benim içip attığım şişeyi topluyordu. Nerden baksan elli beş atmış yaşında.

 Bir de şuradan baktım sonra. Ben bir çeşit "içki aleminden" çıkmışken gine, amcalar vardı o saatte uyanmış sabah namazı için camiye gelmişler.

 Hey Töbe Mastam

 Nerden baksan yavşağım. "Nerden baksan tutarsızlıhk, nerden baksan tutarsızlıhk, nerden baksan ahmakçaa!"