23 Temmuz 2012 Pazartesi

Koltuk Altı Acısı



Kütahya'nın ismini hatırlamadığım bir köyünün gereksiz saçma sapan ücra bir köşesinde, hemen yanımızda dönümlerce kilometrekarelerce buğday tarlaları, hemen kafamızın üzerinde vızıl vızıl öten tehtit eden arılar, karşımızda karaktersiz kara cahil ama zengince adamlar...
 Birisi feci gaza gelmiş. Öylesine kendiliğinden gelmemiş gaza, getirtilmiş. Sanırım arıcılar arasında bir hakaret olmalı bu, sen arıya daha çok şeker verdin! Vay efendim ne biçim konuşuyorsun sen! Ben diyor karaktersiz zengin amca, sizin ikinizin toplamını katlarım ulen. Siz kimsiniz ki hedehödeler! Sen diyor sonra işi gücü gırgır olan bir adama dönüp, sen hiç iki yüz milyarı bir arada gördün mü ha? Milyar diyor da, eski parayla milyar. Tartışıyorlar, sövüyorlar birbirlerine. İşi gücü gırgır olan adam hala gırgırında işin. Öyle olmalı çünkü, onun adı bu, işi gücü gırgır olan adam. Kızdırmaya devam ediyor adamı. En son kafasına kurumuş bir tezek parçası yiyor. Fırlatıyor karaktersiz zengin amca kuru tezeği. Maskesini takıp kovanlara doğru yürümeye başlıyor. O sıralarda benim de kafamda bir arı vızıldamakta. Sesinden anlıyorsun arının niyetini. Sokacak ibnevladı. Tehtit olarak görmüş beni. Kafama dalıyor, kirli paslı saçlarım arasında kayboluyor vızıl vızıl ötüyor, azıcık geç kalırsam kafamdan da sokar, soktu bir kere üç gün başım ağrıdı. Atıyorum elimi kafama arıyı tutup yere fırlatıyorum. Elinde de uzun süre tutamazsın, elinden sokar bu sefer. Yarı sersem yere düşüyor. Basıyorum üzerine, cırk. Şimdi o arı günde on gram bal getirecek olsa. Saçma bir tahmin olabilir, günde getireceği bal on gramın çok üzerinde ya da çok altında olabilir fikrim yok. Bir ayda üç yüz gram bal yapar. Kilonun üçte biri. Altı yedi lira yapar. Dönüp de ver ulen bana yedi lira diyor mu karaktersiz zengin amca? Demiyor, kadınlara düşkün adama kovanlarındaki arının ve balın kalitesini göstermekle meşgul o sıra. 

 Karaktersiz zengin amcanın arılığından ayrılıyoruz. Arılık diyor onlar, arıyı koydukları bölgeye. İşimiz gücümüz var bizim de. Ben ve benden üç yaş küçük kuzenim hariç toplam beş altı adam daha var. Ben kuzenim hariç herkes patron. Herkes emirler yağdırıyor. Birbiriyle çelişen emirler. Birinin ak dediğine biri kara diyor, biz ak olanı yapmakla meşgulken kara fikri savunan kızıyor bize. Tamam ulan diyip kenarı çekilince de boş boş durduğumuz için yiyoruz azarı. Neyse, hele bir bitsin şu yükleme işi, arabada bol bol bira var. 

 Bitiyor en nihayetinde. Bilanço. Bilemiyorum. Maskemin içine girmeyi başaran bir arı koltuk altımdan sokup inim inim inletti beni. Bileklerim çok acıyor, belim büküldü. 

 O zaman bira içelim geçsin acısı. İçiyoruz birayı. Altı saatlik bir yolculuk başlamış durumda. O da, aksilik olmazsa. Oluyor aksilik de oluyor. Mübarek ramazanda içki içerek seyahat edersek müstahaktır zaten bize. Bu bir görüş. Farklı görüşler de var tabi. İki yüz kovan arının yüklendiği sarılıp sarmalandığı kamyon önümüzde biz panelvan tipi bir araçla arkada Kütahya'dan çıkmaya çalışıyoruz. Mümkün mü? Mümkün tabi, mümkün olmasaydı bunları yazamazdım, ölmezdim de, şimdi yazamazdım yani. Yağmur yağmış dolu yağmış. Bir kar eksik bir de tsunami. Şükür deniz yok etrafta. Denizde de olmaz tsunami, okyanus kıyısı olmalı. Neyse. Otuz ton çektiğini tahmin ettikleri kamyon saplanıyor çamura. Hemen yanında aynı yere saplanmış bir tır var. O da çekiyordur kırk elli ton. Herhalde. Biz henüz girmemişiz çamurlu bölgeye. Önce kamyonumuz sıyrılsın bakalım bir. Gireriz elbet. Zorlaya zorlaya çıkıyor kamyonumuz. Yorumlar olumlu, işi gücü gırgır olan adam zıplıyor hemen, kamyoncu onun arkadaşı çünkü, işte diyor, şoförlük farkı, heheyt. Virabismillah dalıyoruz çamura. Saplanmadan çıkıyoruz biz. Ama sanırım Kütahya, ya da Kütahya'nın o sıralar içinde bulunduğumuz bölgesi bataklıklarıyla meşhur. Bir çamur deryası daha. Kamyonumuz cırt diye sıyrılıyor ikincisinden. Biz de cuk diye oturuyoruz çamura. İşi gücü gırgır olan adam, ben ve kuzenim aracın iyice arkasına, arka tekerleklerin üzerine doğru kaykılıyoruz. Bir yerlerden bulunmuş yolunmuş tarhana otları var, üzerine oturuyorum. Mis gibi tarhana kokuyor. Uzunca bir süre uğraşıyoruz da en son çıkıyoruz biz de. Şükürler olsun.

 Böyle tatlı bir yorgunluk var. Biramı bitireyim hele bir. Zaten biz çocuk kontenjanında olduğumuz için son biralarımız bunlar, gerisini büyük abilerimiz içecekler, bitireyim biramı, şöyle tatlı tatlı uyuyayım. Uyuyayım da bir de bu yüklediğimiz arıları indirip dizeyim. 

 Okumak lazım. Devlete sırtını dayamak, sigortalı bir işe girmek vesaire. Kötü fikirler değil 


22 Temmuz 2012 Pazar

Boş Muhabbet


 Kitap okuyabilirim şimdi, uzun değil kısa değil doksan dakikalık bir film izlesem yeter zamanım, gidip birşeyler atıştırabilirim, süt içip uyumaya çalışmak işini tekrar deneyebilirim. Ya da birşeyler yazabilirim. Tercihim ortada sanırım.

 O birşeyler o kadar yoklar ki yazamıyorum. Ya da o kadar çoklar ki neresinden başlasam bilemiyorum.

 En iyisi boş muhabbet yapayım ben, seninle.

 Geçenlerde balığa gittik, bir tane balık tuttum şu kadarcık. Geri bıraktım. Sonra üç tane daha tuttuk, onlar da o kadarcık. Onları da bıraktık. Canım da nasıl balık istiyor biliyor musun? Bilmiyorsun. Şey bak şöyle anlatayım. Benim için eskiden kışın gelmesi eve yaklaştığımda aldığım balık kokusuyla anlaşılırdı. Tabi uzun kolluları falan da giymeye başlardım da. Ne bileyim, eğer o perşembe evimizden bir balık kokusu yükseliyorsa iyice kesinlik kazanırdı kışın geldiği. Neyse yıllar böyle sürdü, haftada bir iki kez balık kesin yedim hep. Sonra Sakarya'ya gittim. Üç sene boyunca bir kere balık yedim onun da porsiyonuna yedi lira bayıldım. O gün de bi' acayipti ha. Halı saha maçı vardı, iki arkadaş maçtan önce gittik balık yedik işte söyledim yedi lira falan. Neyse aradılar bizi maç var diye. Tamam dedik geliriz biz. Biz ki o ekipteki en iyi top oynayan iki insanız. Maç da başkalarıylaymış, yani biz normalde oniki tane tanıdık bulup dostluk maçı yaparız, yapabiliriz. O gün bayağı rekabetli mekabetli ve hatta ucunda baklava börek olmasa da iddialı bir maç yapacakmışız. İki adım koşamadım maç boyunca. Balıklı balıklı geğirdim hep.

 Uykun yokken uyumaya çalışmak, uyumaya mecbur olmak sıkıntılı birşey ya. Ben zaten yattığı gibi uyuyamayan yatakta yarım saat bir saat debelenen bir adamım ve neler neler kurarım o yarım saatte. Şu yazıya başlamadan iki saat önce yatağa girdim. Yatak dediğim de şey, mevsim yaz malum, yere bir tane yorgan attım tam balkon kapısının ağzına, orada uyuyorum. Neyse uzandım yorganın üstüne. Annemden kaptığım bir taktik var. Göze tülbent bağlama. Annnem ayrıca başına da bağlıyor ama bana yakışmaz sanırım. Neyse maksat şey, ışıktan rahatsız olmamak. Avrupa Yakası dizisinde Burhan karakteri takıyordu ya gözüne birşey, onun ev yapımı olanı bizimkisi. Sıkıntı diyordum. Şey ya, neler neler kurdum abi. Gıcık olduğum adamları dövdüm, hem de ne dövmek, brus-li kesildim amınakoyim. Uçan tekmeler atıyorum falan. Sonra alternatif diyaloglar kurdum, kurdum kurdum da kendime laf soktum. Sonra kurgumdaki adama -bana laf sokana- bilendim. Bir de onu dövdüm. Son iki saatimi böyle geçirdim.

 Merak ediyorum. Babam bana niye hala acuç dolusu para veriyor acaba? Ben olsam yeter amınakoyim ben niye bu eşşek kadar herife para veriyorum hala diye bir sorardım kendi kendime. Baba olunca anlarım herhalde.

 Büyüyünce sözcüğü ile başlayan cümleleri kurmak için geç mi kaldım ben? Tuhaf geliyor. Daha da büyümem bundan sonra. Kilo alırım, olgunlaşırım belki yaşlanırım. Ama büyümek yok artık. Değil mi?

 Ben büyüyünce bilgisayar mühendisi olacağım! Olgunlaşınca koca olacağım. Koca olunca kilo alacağım, kilo alınca baba olacağım. Baba olunca çocuk büyüteceğim. O büyüyecek ve ben yaşlanacağım. Belki birgün dede olacağım.

 Şu andan iki saat sonra ben amele olacağım. Arı kovanları taşıyacağım.

 Böyle işte bilader. Biliyorum biliyorum, muhabbetim de hiç çekilmiyor. 

6 Temmuz 2012 Cuma

Tehlikeli Yol

 Ben uyuyacağım artık demişti, lafı ağzımdan almıştı, ben de uyuyacak değildim de gidecektim zaten. Ben de gidiyorum dedim, iyi geceler vesaire. Öyle yanak değdirme merasimi olmaksızın. 
 Bir tanecik bira içmiştim, birşey değil, sonra tam sayamadım ama üç dört bardak olacak -rakı bardağı- ev yapımı şarap içtim onun üstüne. Geçenlerde bir şarap almıştık, neydi adı, unuttum, güzeldi ama, bu o kadar güzel değil. Bir tuhaf şarap, şekerli, sarı renkte limonata gibi birşey. İçiyorsun tatlı tatlı, sarhoş olduğunu anlamıyorsun. 
 Saat kaçtı, dört gibi birşey. Eve dönüş yolunun tehlikelerle dolu olduğunu biliyorum, polisler var, ge-be-te sorgulayanlardan. Sonra köpekler var, gece olduğu için özgüvenleri tavan yapmış, buraların sahibi biziz der gibi havlıyorlar suratına suratına. Yok kaçamazsın, kaçarsan kovalıyor gerizekalılar, sakinliğini koruman gerek, uzak uzak yürüyüp kışkırtmalarına söver gibi havlamalarına aldırmaman gerek. Sonraa. İti var kopuğu var. Hiç denk gelmedim ben o ite kopuğa, sanırım o saatler itlerin ve kopukların ve dahi tinercilerin uyuduğu saatler. Horozlar uyanık olabilirler. Horoz diyip geçme, ya dövüş horozuysa? Altın kemerine beline takmış üstüne üstüne yürürse? Vampirler mesela? Uyumadan önce son bir zıpırlık yapabilirler o saatlerde. Ya da zombiler. Yahu ben zombiden hiç korkmuyorum. Tıngır mıngır yürüyor, kaçsam yakalama ihtimali yok, hadi kaçmadım, alırım ben zombiyi teke tekte. Çok yavaş, çok hantal. Belediye binasını ya da karakolu ya da askerlik şubesini her ne ise işte, havaya uçurmak isteyecek teröristler de tehlikeli olabilir. Ama güzergahımda pek öyle önemli binalar yok, şükrü amcanın tekel bayiisini havaya uçurmak hedefleri değildir muhtemelen. Ama hastane var güzergahımda. Gecenin dördü, yok bir on beş dakika önce telefon gelse ambulanslara, fırlasa ambulans merkezden, ciyak ciyak öterek alsa hastayı sonra ciyak ciyak öterek hastaneye getirse. Ciyak ciyak ötmez ki, sokakta araba yok, niye milleti uyandırsın. Neyse, bir hışımla dönse köşeyi bana çarpsa? Tehlikeli. En iyisi kenardan yürümek. 
 Sarhoş kafa çok çalışıyor. Oradan tutuyor bir hatırayı buradan getiriyor bir bilgiyi harmanlıyor kuruyor kurcalıyor. Kafada dolaşan tilki sayısı kırkın bir hayli üzerinde. 
 Evet bir köpek güruhu bekliyordum, ama bir kilometre kadar ileride olmalıydılar, mekan değiştirmişler. Daha ışıklı daha merkez bir yer seçmişler kendilerine, onlar da haklı eski mekanlarında öyle pek havlanacak adam geçmiyordu önlerinden, burası kavşak gibi birşey. Köşeyi dönmeden iki adım önce -üç olsun beş olsun- eğilip yere bir taş aldım. Minnacık. Daha irisini bulamadım çünkü modern, altyapısıyla asfaltıyla oyuyla buyuyla tam olarak metropol sıfatını hakeden bir yerde oturuyorum ben. Yerlerde taş ne arasın, köy mü bu?
 Hav hav hav. Taşı yuvarladım avcumda, karşı tarafa geçtim. Hala hav hav. Sakin sakin yürümeye devam. Ama kafadaki tilkilere birkaç yenisi eklendi, kaçış planları yapan tilkiler, sivil savunma, ilk yardım gibisinden eğitimler sertifikalar almış bu tilkiler. Şimdi diyor tilki, şu köpek şurdan fırlasa, diğerleri durur mu onlar da fırlasa şu bahçe kapısının üstünde atlarsın koçum.Taş? Taşı s.ktir et, kaçmana bak, milyon tane köpek var. Peki diyorum sonra? Yok abi diyor bende bu kadar, sonra bak başını çaresine. Sakince yürümeye devam. 
 En nihayetinde güvenliğim hoşt diye gürlediğimde köpeklerin kaçma ihtimallerine ki çok düşük bu ihtimal ve de elimdeki minnacık taşa emanet geçtim gittim köpeklerin arasından. 
 Evime geldim sonra. 

Not: Bulacağım başlığa koyayım. 

3 Temmuz 2012 Salı

Beş Çarpı Beş


 Hayat çok şey yazıyor tahtaya, önemli noktaların altını çiziyor, tekdüze bir ses tonuyla konuşmuyor, vurguluyor öğrenilmesi önem arz edenleri özellikle. Öğrenmek isteyene öğretiyor. Öğrenmek de yetmiyor bazen. Öğrenmek tek başına zaten yetmez çoğu zaman. Beş kere beşin yirmibeş olduğunu öğrenmiş, çarpım tablosunu ezberlemiş bir insanevladı, her birinde beş adet kalem bulunan beş öbeğin toplam kalem sayısını öğrenmek için yirmibeşe kadar sayıyorsa, çarpım tablosunu münasip gördüğü herhangi bir yerine sokabilir.

 İşte ben o münasip gördüğü yerine öğrenip de uygulamadığını sokması gereken insanevladıyım. Öğrenemeyen değilim kesinlikle. Ama kıymeti yok. Münasip gördüğüm yerim de koltuk altım olsun. Tavlada yenilince verirler ya adamın koltuk altına tavlayı "öğren de gel" demiş olurlar. Öğreneyim de öyle mi devam edeyim yaşamaya? Çünkü benim problemim çarpım tablosunu uygulayamamak değil. Daha basit belki, birkaç basit kural var uymam gereken, bilmemkaçyüzüncü kez öğrendiğim, deliler gibi pekiştirdiğim. Deneme sınavlarından o konudan çıkan soruları hiç kaçırmam, ama esas sınava girince "kaydırırım" kesin.

 Kaç yıl ömrüm var bilmiyorum, kazık çakmak niyetinde değilim dünyaya, ama daha yaşayasım var. Yaşamaya devam etmek de sınava tekrar ve tekrar girmek demek, problemli olduğum konuda tekrar sınanacağım, kesin gibi birşey. Belki bir sonrakinde kaydırma yapmam. Belki de ömür billah yirmibeşe kadar sayarım beş çarpı beşi bulmak için.