8 Mayıs 2020 Cuma

Babamın Öldüğü Gün

7 Ocak 2020 günü, saat gece yarısı 1 civarıydı. Telefonum çaldı. Açtım, o günün akşam üzeri saatlerinde de konuştuğum doktorla tekrar konuştum. "Hastamızın durumu ağırlaştı, gelin" demişti.

O anda babamın öldüğünü biliyordum.

Apar topar hastaneye gittik. Kısa bir bekleyişten sonra yoğun bakım bölümünden doktor, hemşire ve güvenlik görevlisi üçlüsü çıktılar. Filmlerdeki dizilerdeki klasik sahneyi yaşıyorduk. "Hastamızı kaybettik" dedi bir saat kadar önce telefonda konuştuğum doktor.

Babamın öldüğünü artık iyice biliyordum.

Olması gerektiği gibi; annem fenalık geçirdi, kardeşim ağlama krizine girdi. Ben de olması gerektiği gibi ayakta durdum, bir onu tuttum kaldırdım, bir gittim öbürüne sarıldım. Ağlamadım.

İki saatlik yasal bir bekleme süresi varmış, sanırım ölen insanın dirilmesi ihtimaline karşı alınan bir önlem. O acı iki saat geçtikten sonra babamı getirdiler sedyeyle. Çenesi bağlanmış.

Babamın cansız yüzündeki uzamış beyaz sakallarını okşarken babamın öldüğünü hala biliyordum.

Sabahı bir şekilde ettik. Annemler Torbalı'ya döndüler, iki kuzenim (birisi kuzenim değil abim ama farklı anne babadan) yanımda kaldılar. Sabah morgdan aldık babamı. Hasta bakıcı yüzünü bana göstermek istedi, teşhis etmeliydim. Reddettim, görmek istemedim. Çok haklı bir cümle kurdu, "buradan kırk beş kilometre öteye götüreceksiniz naaşı, ya yanlış insansa" dedi. Doğru söylüyordu, görüp teşhis etmem gerekiyordu. Tekrar gösterdiler babamın yüzünü, bu sefer ağzından gözünden akıntıları vardı. Kesin ölmüştü işte. Yarım saniye kadar yetti bana görüntü. "Evet bu, tamam kapatın" dedim.

Yeni bir sözcük öğredim: Gasilhane. Ölülerin yıkandığı yer demekmiş. Torbalı mezarlığına geldik, oradaki gasilhanede yıkanacaktı babam, imam tarafından. Tabuttan çıkarıp üç dört kişi yüklenip yerleştirdik taşa. Epey ölüydü babam. Hatta ufaktan kötü kokmaya başlamıştı. Bir başka kuzenim geldi yanıma, amcamın oğlu. Dört sene önce kaybetmişti babasını, amcamı. Beni uyardı, "yıkamaya girmen konusunda ısrarcı olurlarsa diren" dedi, "ben babamın bedeni yıkanırken baskıya dayanamayıp girmiştim, hoş bir tecrübe değil. Babamı hala öyle hatırlıyorum. Eğer çok gerekli ise birinin girmesi, sen girme amcoğlu, ben girerim" dedi. Kimse bana içeri girmemi teklif etmedi. Girmedim yıkama merasimine. Oradan aldık babamı yaşadığımız siteye getirdik.

Cenaze arabasının arkasında bir tabuttaydı babam. Üzerinde Arapça yazıların olduğu o malum yeşil kumaşla örtülmüştü tabutu.

Yine insanlar ağladılar, gelip bana sarıldılar. Baş sağlığı dilediler. Gereken cevapları verdim hep, gerektiği gibi de davrandım. Ben yine ağlamadım. Hatta şu anda hatırlayamadığım birisi bana nasıl olduğumu sordu. Aşırı aptalca bir soru değil mi, öyle bir an için? Ellerimi açıp hafif gülümseyip "bilmem" dedim vücut dilimle. Benim henüz şokta olduğum teşhisinde bulundu şu anda kim olduğunu hatırlayamadığım dahi birey. Şoktaydım herhalde.

Muratbey Camii'ne gittik. Tabutu o gıcık soğuk taşa yerleştirdik. Bekledik. Bekledim. Taziyeleri kabul ettim. İnsanlarla tokalaştım, sarıldım. Babamla ilgili hikayeler anlatan amcaları dinledim. "Bırakmak lazım içkiyi" diyen amcaları dinledim. Tam ne kadar sürdü bu mesai bilemiyorum. Nihayet vakit geldi, cenaze namazı kılındı babamın. En önde duruyordum, gene yapmam gerekenleri harfiyen yapıyordum. Namaz kısacık sürdü. Çok kısa, çok çok kısa sürdü. Sanki on saniyede başladı bitti. Birden hücüm etti insanlar babamın içinde olduğu tabuta. Ben de omuz verdim ama hızlıca kaydı omzumdan o tabut. İnsanların üzerinden pıtır pıtır kaymaya benden uzaklaşmaya başladı.

Ağladım. Babamın öldüğünden emindim artık ve gidiyordu, santim santim gidiyordu uzaklaşıyordu benden.

Mezarlığa geldik. Babam ve amcam bir iddiaya girmişlerdi yaşarlarken. Bu iddiaya girdikleri ana ya da daha önce girdikleri bu iddiayı birbirlerine hatırlattıkları ana şahit olmuştum. Hangisi emin değilim. Kim önce ölürse annelerinin, rahmetli babaannemin mezarına gömülecekti. Sonra ölen ise babalarının, rahmetli dedemin mezarına.. İkisi de annelerini daha çok severlerdi ve babalarıyla çok anlaşamazlardı. İddiayı amcam kazandı, 2014 yılının Ekim ayında babaannemin üzerine gömüldü. Babamaysa kendi ifadesiyle "kara çavuş"un üzerine gömülmek kaldı. Kara Çavuş'un, benim sekiz yaşına kadar görebildiğim ve harika bir dede olduğunu bildiğim adamın mezarı kazıldı. Tabut açıldı. Ben, amcoğlu ve babamın dayıoğlu girdik mezara. Babamı yerleştirdik. İmam bazı talimatlar verdi, yüzü şu yöne gelsin gibi. Sonra ben ve amcoğlu çıktık. Babamdan iki üç yaş büyük olan dayısının oğlu kalan işleri yaptı. Sonra yine herkes acele etmeye başladı, camiden çıkarken olduğu gibi. Haldır huldur toprak atıldı babamın üzerine, ben de attım ama çok hızlı doldu o koca çukur, çok hızlı, yine sanki saniyeler içinde. Sanki hınçla doldurdu insanlar çukuru. Kimsenin yardımcı olmamasını tercih ederdim yemin ederim. Bir iki saat boyunca yavaş yavaş o çukuru ben, tek başıma doldurmak isterdim. Beş dakikada gömdük babamı.

Yine ağladım. Bu sefer daha şiddetli ağladım. Camiden çıkarken ağlamıştım ama büyük bir savaş verip kendimi tutmayı başarmıştım. Bu sefer de savaş veriyordum ama kazanamıyordum. Aynı babamın sağlığında söylediği şeyi yaşıyordum. Sözde çok sevmediği babasının cenazesine dair hikayesini anlatırken şöyle demişti: "Senin elinde olmuyor, gözlerine hükmedemiyorsun, pıt pıt akıyor oradan..." Ben de hükmü ve kontrolü artık kaybetmiştim ve ağlıyordum. Babamın dayı oğlu, İsmail Amca geldi yanıma. "Oğlum sen bari yapma" dedi, "ben de çok zor tutuyorum kendimi" dedi. Evet hala ağlamamalıydım. Dakikalar içinde toparladım kendimi.

Günün devamı klasik hikaye. Evimizde onlarca insan, ağlaşmalar, Arapça şarkılar söyleyen yanık sesli bir teyzenin sesi geliyor salondan... Ben kendi odamdayım, erkek misafirleri eyliyorum...

Tüm sorumluluklarımı tamamladıktan sonra yakınlarımla dışarı çıktım. Amcoğlu tekel bayii işletiyor. Onun dükkanına gittik, kepenkleri de üstümüze kapattık. İçtik, güldük, sohbet ettik. İki üç kez Faruk Hoca'ya kaldırdık içkilerimizi, tokuşturduk. Kafaları bulduktan, saat yeterince geç olduktan sonra;  o kadar da yakınım olmayan insanlar evlerine gittiler. Amcoğlu ve bir başka yakın kuzenimle içmeye devam ettik biz. Ve bu sefer beni durduran olmadı, aksine cesaretlendirdiler. Eşşekler gibi ağladım.

Faruk Hoca gitti.


4 Mayıs 2018 Cuma

Kendisi

Öğrencilerime bir ödev verdim: Sevdiğinizi birini anlatın. Annenizi, babanızı, kardeşinizi, kuzeninizi... Rümeysa sordu üstüne, "Öğretmenim sizi anlatsam olur mu?". Olur kızım o da olur dedim. Beritan sordu, "Şiir yazsak ya?".

Şimdi burada, Rümeysa kimdir, Beritan kimdir, ben ne ara öğretmen oldum; tüm bunları münasip bir yerimden mi uyduruyorum... açıklamaya girişmeyeceğim. Hızlı özet: Ücretli öğretmenlik yapıyorum, dördüncü sınıfların sınıf öğretmeniyim ekim 2017'den beri. Ben, öğrencilerime verdiğim ödevi yapmak üzere oturdum klavyenin başına. Sevdiğim birini anlatacağım.

Fiziksel özellikleriyle gireyim: Kıvırcık kahverengi saçları var, kocaman kocaman gözleri. Uzuun kuğu gibi bir boynu var. Üst dudağının ortasında ufak bir çıkıntı var, pek sevimli. Başkaa, uzun uzun kirpikleri var. Canlandırın işte gözünüzde. Sonra elleri... Serçe parmakları küçük kalmış, gelişmemiş, öyle anlattı bana. Bin tane eli tutsam yalnızca serçe parmağıyla teşhis ederim kendisini. Boyu bir yetmişe yakındır, kilosu elli civarında, fit bir insan. Bir kızdan bahsediyorum ben bu arada.

Huyu suyu da sıfatı gibi güzel bu kızcağızın. Bana güzel yani. Eğer keyfi yerindeyse müthiş eğlenceli. Benim gibi saçma sapan bir adamın saçma sapan hallerini tavırlarını seviyor, benzer saçmalıklarla ayak uyduruyor. Yanında En Rahat Saçmaladığım İnsan Ödülü'nü buradan kendisine göndermek istiyorum. Tutarım bir şarkının kulağından deviririm bu tarafa, öyle çirkin öyle aptal söylerim ki şarkıyı, aldığım tepki eğer olumsuz olsa daha sonra kendimden utanırım. Ama bu kız katıla katıla gülüyor o halime benim. Çok güzel Kurabiye taklidi yapar kendisi de. Şırek'teki Kurabiye. "Ye beni tüuuu" der, ben de ona katıla katıla gülerim mesela.

Seksenler doksanlar müziğinden ve hatta genel olarak o dönemlerden hoşlanır. O dönemlerin daha çok yabancı hit şarkılarını sever ama yerlilerini de bilir ve sever. Yıllar önce hatırlarım, emesendeki durum bilgisi "la isla bonita" idi. Düşünün artık. Ve ben böylece dinlemiştim şarkıyı. Mor rengi çok severdi eskiden, hala sever de eskisi kadar değilmiş. Ama bence hala bir numaralı rengi mordur. Çok da yakışır kendisine. Mor bir montu vardı, sene tee 2009. Ama bence en çok kırmızı yakışır ona. Öznel bir yorum, ben çok seviyorum kırmızıyı, ondan büyük ihtimalle.

Pek ağlaktır kızımız. Bir şeye kızmasın üzülmesin içerlemesin hemen o kocaman kocaman gözleri dolar, yanlarından pıt pıt akar yaşlar. Hiç dayanamıyorum ben de ona. Mal oluyorum. Elim ayağım dolanıyor. Görmeyi hiç sevmediğim bir tatlılığı oluyor o zamanlarda da. Böyle tutup içime sokasım geliyor ama oradan da gülümseyerek çıksın istiyorum. Çünkü en çok gülmek yakışıyor kendisine.

Yaani. Ben çok severim kendisini. 

9 Mayıs 2017 Salı

Atatürk Hakkında

Yahu ben hemen herkesle empati kurabilirim. Harbiden çok gelişmiştir bu empati duyusu/duygusu bende. Bu çok nadir -ve hatta belki de ilk- politik içeriği olan yazım olacak bu arada. Sadece şu kesimle empati kuramıyorum: Atatürk düşmanları.

Benim için Atatürk çok büyük adamdır, nasıl Fatih Sultan Mehmet'ten övgüyle bahsederiz hep, "çağ değiştiren adam" diye. Atatürk de öyle. Monarşiden cumhuriyete taşımıştır bizi, çağ değiştirmiştir bir yerde...

Herkesle empati kurabilirim. Ev arkadaşım vardı, şeriat dedim bir kere, "Allah'ın kanuna yanlıştır diyemem ben" dedi. Onunla empati kurabilirim, kurdum bile, ama o bile Atatürk'ü severdi sayardı.

Yok ama olmuyor, Atatürk düşmanı adamı ben anlayamıyorum. Devrelerim yanıyor nevrim dönüyor aklım karışıyor dengem kayıyor şirazem sizlere emanet... Bir insan neden nasıl niçin, Allah aşkına ne sebeple Atatürk'e düşman olabilir? Yok abi ben anlayamıyorum.

Biraz daha devam edeyim. Atatürk'ün, Mustafa Kemal'in herşeyini sorgusuz sualsiz onaylayan, daha kısa ifadeyle Atatürkçü ya da Kemalist ideolojide bir insan değilim. Ama kendisine bir çok şey borçlu olduğumun farkındayım. Bu borç benim şahsi borcum değil. Hepimizin borcu.

Yanlışları yok muydu, vardı herhalde, vardır muhakkak. Beşer şaşar. Bayılırım bu lafa. Beşer şaşar. O da bir beşerdi, bir insanevladıydı hatalar yaptı. Ama doğruları kesinlikle artı birdir bu adamın, bunun aksini iddia etmek için de ya salağın önde gideni, epeeeey önde gideni, ya da kötü niyetli olmak lazım. Üçüncü bir seçenek göremiyorum ben ve ne salaklarla ne de kötü niyetlilerle empati kurmayı, onları anlamayı başaramıyorum. 

7 Mart 2017 Salı

Türkan

Sizleri Türkan'la tanıştırmak istiyorum. Kendisi ispinozdur. Abim bir ara heveslenip aldı bu pek sevimli kuşlardan, onlar da maşallah pıtır pıtır ürediler, şimdi sayıları on kadar var. Hepsine isim bulunmuş, bu gariban isimsiz kalmış. Baktım bi' tipine. "Türkan bu ya" dedim. "Baksana Türkan gibi duruyor, asil bir hali var, Türkan Şoray'a benziyor..." dedim. Türkan oldu ismi.

Çok kızgınım bu günlerde Türkan'a. Abimden pek yakında öğrendim ki erkek kardeşiyle seviyesiz bir ilişkisi varmış... Ah Türkan vah Türkan. Türkan koyduk lan senin adını, Cersei değil ki! Neler yapıyorsun?! Tamam hayvanlar aleminde tuhaf değildir bu olay tamam da benim kanıma dokunuyor arkadaş. O erkek kardeşini gırtlaklayasım geliyor, zaten minnacık şeyler.


Şu en arkada duran beyaz olan Türkan. Koyu renkli olanlardan biri de kardeşi olacak dallama. Daha az önce abim şey dedi bana, "biraz eksiltmeyi düşünüyorum, dağıtmayı düşünüyorum vereyim sana Türkan'la eşini" dedi. Hiç onaylamıyorum ilişkilerini, hiç. Ama gönül de ferman dinlemez. Alacak olursam dallama kardeşiyle birlikte alırım mecbur. Ayırmak da olmaz yani. Gerçi, evcil hayvan beslemek konusunda bazı endişelerim ve bazı kıllıklarım var. Endişe şu: Ölecek ve üzüleceğim. Kıllık da şu: Sevemediğim hayvanları beslemeyi sevmiyorum ben. Mesela balık beslemem, alıp eline okşayamıyorsun sonuçta. Bu ispinoz denilen bir damlacık kuşlar da pek ürkek, sevdirmiyor kendini öyle ele gelmiyor. 

2 Mart 2017 Perşembe

Düzensiz Uyku Vesayetine Son Verdiğim Gün

Bugün güzel bir gün olacak gibi hissediyorum.

Erkenden kalktım. Saat beş buçuk filandı. Haftalardır süren düzensiz uyku "vesayetine" son verdim. Vesayet sözcüğünü de cümle içinde kullandım ya, sırtım yere gelmez gari. Elimi yüzümü yıkadım. Çay koydum, geldim çöktüm salona, açtım televizyonu, arkada çalsın o tıngır mıngır, bir kaç haber okudum.

Güzel bir gün olacak bence bugün. Hava parlak, yağmur yıkamış gökyüzünü. Dün neydi öyle, sisli buğulu, leş gibi bir gündü. Bugün pasparlak hava.

Birkaç gün önce seriye bağlayıp otuz dört tane iş başvurusu yaptım kariyer.net sitesi üzerinden. Altı tane de "özgeçmiş görüntüleme" aldım karşılık olarak. Bakmalık değil almalık adam olsam ya bir ara. Ama olsun, bugün güzel bir gün, ümitle bakmalıyım hayata, geleceğe.

Uyandıktan sonraki beş dakika içinde bir karar almıştım bugün için. Aylardır elimde sürünen, son yüz sayfası kalmış kitabımı okumaya devam edeyim, paldır küldür bitiririm belki ama şart değil, birazcık da olsa okuyayım demiştim. Uygularım inşallah.

Son günlerde bulmacaya sardım. Çok eğlenceli buluyorum bulmaca çözme işini. Az sonra gider bir gazete alırım.

Güzel bir gün olsun bugün. 

7 Ocak 2017 Cumartesi

e-) Hiçbiri

Bir aralar edebi tür kaygım vardı. Yazdıklarımın edebi olması kaygısı değil, yazdıklarımın edebi bir türe ait olması bir kategoriye girmesi kaygısı. "Ne yazıyorum lan ben şimdi, öykü desen değil deneme desen değil köşe yazısı makale değil, roman desen alakası yok... nedir yahu bu?" derdim kendime ve bu da biraz ket vurdu yazmalarıma. Başka şeyler de vurdu da ona sonra değinirim ya da değinmem, bilemiyorum. Her neyse, şu anda aniden geldi bir his, bu kaygının uçup gidişi hissi. Öykü değil deneme değil günlük değil köşe yazısı değil... e-) hiçbiri türünde yazıyorum ben. Yazacağım böyle n'olacak.

İş bulamamalarım devam ediyor. Kafayı sıyırıyorum ben de inceden. Ama son iki üç gündür biraz daha farklı bir ruh halindeyim. Eğer hemen bitmezse ki bitmişliği vardır, biraz daha istekli biraz daha çözümler üretmeye teşneyim. Biraz daha umutluyum. Olmadı bu iş de olmadı yandık bittik ne yapacağız kesin aç öleceğim ben... değil de. Tamam bu da olmadı, olmayıversin, o zaman şöyle başka bir yola gireyim... gibi. Ne var aklımda en son? Yüksek lisans. Baktım ösym sınav takvimine önümüzdeki dört beş ay içinde yds ve ales sınavları var. Gireyim alayım bi' puanlar, sonra İzmir'deki üniversitelerin yüksek lisans programlarına başvurayım. Tabii ki ona çok var ağustos eylülde belki. O zamana kadar da iş aramaya devam ederim, olursa oluur olmazsa bir b planım hazırda bulunur. Girerim yüksek lisansa, bursa başvurur çıkmazsa kredi alırım ve böylece babadan harçlık almaya da son veririm, yüksek lisans süresince de yine iş aramaya devam eder ama artık İstanbul mistanbul hiç kasmam. Kötü ihtimalle iki sene daha iş bulamam ama o iki sene sonunda yüksek lisans bitirmiş insan olurum. Hemen ardından yapıştırsam gitsem askere... Döndüğümde -dönersem inşallah- yaşı artık genç değil yirmi sekizinde ama yüksek lisans mezunu askerliğini bitirmiş insan olurum. Bu da çok daha fazla şans yaratır bana. Diye düşünüyorum ben.

Çok güzel hayal kuruyorum ben. Bu yukarıdaki paragraf için demiyorum bunu, o hayal değil plan. Ama her şeyin çok daha hızlı çok daha güzel olacağı hayalleri o kadar güzel o kadar ciddiyetle kuruyorum ki. Nasıl desem, baya baya vakit ayırıp, uyurken yatakta kurmak değil, uyanıkken mutfağa gidip bir sigara yakıp bir çay koyup ciddi ciddi düşünmek. Yürüyerek, kendi kendime sohbet ederek, karşı tarafın da cevaplarını karşı tarafın karakterini de işin içine katarak (tanıdığım bir kişiyse bilerek ,tanımadığım bir kişiyse bir karakter oluşturarak) bazen saatler süren bir meşgale oluyor hayal kurmak benim için. Sigara içenler bilir, sohbetle birlikte çok sigara içilir, hele karşındaki de içiyorsa. İşte o bir kaç saat süren hayal kurma seanslarında sigara sigara üstüne yakıyorum mesela ben, muhabbet akıyor çünkü. Bazen kakam geliyor tuvalete giriyorum ama konuşma yarım kalacak. İnanır mısınız telefonla oynamadığım tuvalet dakikaları geçiriyorum bazen ben. Bu hayaller neyle alakalı oluyor? Her şey anasını satayım. İş güç bulmalı senaryolar çoğunlukta elbet. Ama yeri geliyor memleketi kurtarıyorum. Yeri geliyor mutlu oluyorum!

Sonra son sigara içiliyor, son bardak çaydan son yudum alınıyor ya da sifona basılıyor ve. Gerçeğe dönüyorum. Gerçekler çok sıkıcı gerçekler çok... gerçek.

Geçenlerde kendi kendime bir şaka yaptım sonra dakikalarca güldüm. Çok alem adamım. İş bulamıyorum ya. Dedim şöyle kamyonet gibisinden bir araç bulayım, bir de megafon. Kamyonet mi denir onlara ne denir, çok cahilim arabalar konusunda. Neyse megafonla bağırarak bir ürün ya da hizmetin mahallelere, insanların huzuruna götürüldüğü konsepti düşün işte. Gireyim aracımla elimde megafonumla teknoparklara... "Bilgisayar mühendisi ayağınıza geldi... Si, si-pılas-pılas, java kodlanır..." Hah hah ha. Ulan ne komik adamım değil mi?

Bazen içimde her şeyi başarabilecek bir güç hissediyorum. Değeri anlaşılmamış bir... değer olarak görüyorum kendimi. Çok mu götü kalkık geldi? Olsun, gelsin. Dur o zaman rahatlatayım içini. Bazen de kendimi çok değersiz hissediyorum. Gereksiz. Bir kuzenim bana şöyle seslenirdi: İşe yaramaz. Hah işte öyle. Sırf bu yüzden basit işleri yapınca mutlu oluyorum. Babam çarşıya gönderiyor, sevdiği bir çerezci var, kabak çekirdeği alıp geliyorum oradan. Bir iş başardım, yaşlı (elli bir yaşında) babacığım yorulmadı, gidip çarşıya o kabak çekirdeğini ben aldım! Annem dün şey dedi, oğlum kömür bitti aşağıdaki bakkalda satılıyor alalım mı beraber dedi. Sevindim, atıldım göreve. Minnacık annem var zaten, yardım etmek istese de çok edemez ama tüm tekliflerine rağmen reddettim yardımı, sırtıma vurdum bir çuval kömürü, yaklaşık elli metre taşıdım, eve getirdim. Eve kömür getirdim. Ben getirdim! Bu kendini değersiz, işe yaramaz hissetme halinin yanı sıra şey de var. Mahcubiyet. Geldik bilmemne yaşına hala babamızdan harçlık alıyoruz yahu... mahcubiyeti. Bir ay önceydi herhalde, staj yaptığım şirkete gittim, staj belgelerimi imzalatmak için ama defter imza filan işin kılıfı. Ben hala boştayım işsizim ve sizin şirkette staj yapmıştım ya ben hani... İşe mi alsanız beni ne yapsanız ki? Almadılar. Ben açıkça bunu söylemedim de, olmadı yani çok ayrıntıya girmek istemiyorum. Geri dönüyorum evime nasıl sinirliyim nasıl üzgünüm ve nasıl mahcubum. Babama gittim ilk iş. Daha önceden konuşulmuştu, yedi senedir giyiyorum aynı montu, artık sana yeni bir mont alalım diyordu babam. Baba dedim, istemiyorum ben mont. Niye la filan dedi, gerek yok dedim, işe girersem kendim alırım işe giremezsem de bir kış daha götürür beni bu, zaten bakarsın askere giderim ne gerek var yeni monta vesaire. Alsaydık oğlum filan dedi, cuk dedim istemiyorum boşver. Ceza kestim kendime. Arkasındayım da bu gösterdiğim tavrın. O günden sonra fermuarı bozuldu montun, sadece düğmelerini ilikleyerek kullanıyorum şimdi. Gerçi o, terziye götürsek on liralık iş de, erteliyorum işte. Çok fakir edebiyatı gibi oldu son kısım, fermuarım da bozuldu ağğbi, üşüyorum ağğbi... Öyle değil.