19 Aralık 2011 Pazartesi

Fabl


 "Anlatsam roman olur" vardır ya. Kişinin hayatı öyle olaylarla doludur ki... roman gibidir işte. Ben hayatı başka bir edebi türe benzetiyorum. Fabl.

 Fabllarda konuşan hayvanlar vardır ya, yok mu etrafınızda hiç konuşan hayvan? Muhakkak vardır. Karganın ağzındaki peynire göz dikmiş tilkiler yok mu hayatta? Sürüsüne bereket. Ve hatırladığım tek fabl bu. Bu yüzden de insanlığa laf sokan başka bir örnek veremeyeceğim. Fabl türünün özelliklerini de hatırlıyorum ama. Ders verir.

 Hayatın gereksiz, anlamsız bir ders verme çabası var bence. Gülersen komşuna geliyor başına. Bugünün işine yarına bırakırsan hiç hoş durumlarla karşılaşmıyorsun. Mesela bulaşık. Sıra bendeyken yıkamıyorum, iki gün sonra evdeki tüm tabağı çanağı yıkıyorum. Bu ufak bir örnek tabi. Tabii ama, ellerim mahvoluyor.

 Abimin askerliğinin İstanbul'a çıktığına mı sevinsem, "arada bir uğrarım yanına" diye mi hayaller kursam, finallerin başlamak üzere olmasına mı üzülsem, paniklesem; yoksa oturup ders mi çalışsam, "her güzel şeyin olduğu gibi her çirkin şeyin de bir sonu vardır" diyerek kendimce aforizma üretip de finallerin başlamasına sevinsem mi yoksa, boşboş geçirdiğim günlerime mi yansam, günlerime bomboş geçirebilecek kadar özgür olduğuma mı sevinsem, fabl türünün kurucusuna mı küfretsem... Parasızlığın içine mi tükürsem, kronik fakirliğe okkalı bir balgam mı atsam?

 Ne yapsam?

 Sazımı çalarım oynarım ben. Kış geldiğinde de geberip giderim. 

19 Kasım 2011 Cumartesi

Bisikletine Araba Diyen Adam

 Bana bir masa lazımdı, bir de sandalye. Ne kadar erken alsam o kadar iyiydi ama bir o kadar da kötüydü. Ders çalışamıyordum masa sandalye olmadan, olmuyor, olmaz; ha yere uzanıp da çalışayım desem yerde halı yok o da olmaz. Masa sandalye illa ki lazımdı ders çalışabilmem için. Bu yönden iyi olurdu bir an önce almam, yarından sonra vizeler başlıyor. Aynı yönden de kötü olurdu, ders çalışmıyorum çünkü… cümlesini tamamlayamayacak duruma gelirdim.

 Olan oldu. Aldım masamı sandalyemi.

 Çarşıya indik önce arkadaşlarla. Kiramızı gönderdik ev sahibimize, altıyüz lirayı büyük bir iştahla çekti içine gevur icadı makina. Gördüm ben o iştahı, ağzını bile şapırdattı bence. Ondan önce lahmacun da yemiştik ama önemsiz ayrıntılar bunlar, ben size bisikletine “araba” diyen adamdan bahsetmek istiyorum. Fizik gücüne dayalı bir iş yapacakken esnaf bir tavır takınıp da “on lira kurtarmaz” diyen adamdan.

Öyle ettik böyle ettik, Ada Spot isimli mağazanın önünde bulduk bisikletçi abimizi, abi dedik, şurdan iki tane masa alacağız, taşır mısın? Nereye diye sordu doğal olarak, tarif ettik tabii biz de. Doğma büyüme Adapazarlı abimiz bizim tarifimizi beğenmeyip modifiye etse de anlaşabildik. E dedik, kaça götürürsün? Onbeş olur dedi. Daha iki gün önce aynı mesafeyi on liraya götürmüştü başka bir bisiklet dedi arkadaş. Yok dedi, olmaz, kurtarmaz! Bana gelişi oniki zaten demesini sabırsızlıkla bekledim de, o kadar ileriye gitmedi. Ben de ekmek kazanmaya çalışıyorum burada dedi. Tabi o bunların hepsini biraz daha bozuk bir Türkçe’yle söylüyor ama ben gençlerin zihinsel gelişimine olumsuz etki yapmamak, dilimizi bozmamak, Amerika’nın oyunlarına gelmemek için düzelterek aktarıyorum. İyi dedim, iyi onbeş olsun, kabul. Biriniz benimle gelsin, bisikletin önüne otursun dedi. Serkan sen git lan dedim. Evet “lan” dedim. Niye lan dedi. Evet o da. Ufak tefeksin ya sen ehehe dedim. O gülmedi. İnsanların fiziksel özelliklerini daha doğrusu ellerinde olmayan, yaradılışlarından gelen kusurlarını yüzlerine karşı söylememek gerektiğini, bunun hiç de kibar bir davranış olmadığını öğrendim, tövbe ettim. Bisikletçi abimiz verdi bana verilmesi gereken dersi. Sen gel benimle dedi. Ney dedim. Gel sen dedi. Şart mıdır dedim. E ya bulamazsam evi dedi. Ofladım.

 Girdik Ada Spot’a. Apar topar iki masa kaptık, biri benim odam için biri de mutfak için, bir tane de sandalye kaptım ben, turuncu. Çıktık apar topar. Beş dakika. Kısa bir süre zarfı olarak görülse de, bize çok uzun gelen bir beş dakika bisikletçi abimizi aradık. O sırada işi yavşaklığa vurup başka bisikletler de aramaya başladık, denk getirsek belki ekecektik, denk getiremedik. O çook uzun beş dakikanın sonunda Ada Spot’tan çıktı abimiz. E ben sizi arıyorum içeride dedi. E biz de seni arıyoruz dışarıda dedim. Sokağın ortasında ki bayağı kalabalık bir sokak, pazar alanından hallice bir mekan, “sesli sesli” konuşarak bisikletinin yanına gittik. Sen dedi. Gel atla sen şuraya. Abisi dedim. Şart mıdır bu? E gel işte n’olacak dedi. Arkana binsem dedim. Bisikletin önündeki kasaya oturup da tüm çarşıyı çömeşmiş bir şekilde kat etmek istemiyordum, bariz utanç verici buluyordum bu durumu, şu anda da hala utanç verici buluyorum. Olmaz öyle dedi. Daha da kıvıramadım. Atladım kasaya. İki adet masa bir adet sandalye de geldi yanıma. Bastı pedala.

 ”Öğrenci misiniz siz” ile başladı sohbet. Başka türlü başlamaz zaten, başlar. “Senin de işin zor be abi” ile başlar. Sohbeti başlatmayı tercih eden, işi yapan kişi olduğu için ilk alternatif kuvvetle muhtemeldi, öyle de vuku buldu. Öğrenciyiz evet. İlk senemiz herhalde, pek ufak görünüyoruz çünkü, ben hele, olsam olsam 18 yaşında olurum. Yok yok 21’e girdim. Üçüncü senem burada.

 Bir süre sonra umursamamaya başladım, sahibince “araba” olarak isimlendirilmiş bu kasalı bisikletin önünde çömeşmiş pozisyonda rahatsız bir yolculuk yapıyor oluşumu, üşüyor oluşumu, ulan tanıdık birisi denk gelir mi acaba düşüncesini umursamaz oldum. Aslen Ağrılı imiş. Doğma büyüme Adapazarlı imiş. Bilmemnerenin karşısında doğuluların kaldığı bir mahalle var imiş orada doğmuş, Zübeyda Hanım okuluna gitmiş, bizim ev oraya yakın mıymış? Bilmiyorum ki Zübeyde Hanım nerede.

 Askerden döndükten iki ay sonra deprem olmuşmuş. Amaa nasıl birşeymiş! Ev bir böyle bir böyle gidiyormuş. Kıpırdayamamışlarmış, donup kalmışlarmış. Sizin ev yıkıldı mı? Yıkılmamış, annesinin başına dolap düşmüş dikiş attırmışlarmış da kimse ölmemiş çok şükür. Sonra işe girmiş bir yerde bekçi olarak. İki ay sonra çıkartmışlar kendisini. Şimdi 9 yaşındaymış da o zamanlar 1 yaşındaymış küçük kızı, e ne yapsam ne yapsam diye düşünmüş, sonra gitmiş bu “arabayı” almış. Her türlü işe gidiyormuş. Evi varmış, arsası varmış şimdi, hepsini bu arabayla almış çok şükür.

 Çark caddesi eskiden trafiğe açıkmış, depremden önce. Şimdi değil. Sırf buradan hareketle “Allah başımızdan eksik etmesin Ak Partiyi” sloganını atabilecek bir insanmış. O anda öğrendim. Sakin ol Mert dedim, önyargılı olma,bozma istifini. Hııığğ. Gibi çok manalı bir yorumla kendisine cevap verdim.
 Bir sigara yaktı sonra. Terledim be dedi. Abi acele etme bu kadar, bizim acelemiz yok dedim. Büyük gaf ettim. Çünkü onun acelesi vardı. Ben daha seni bırakacağım da başka iş yapacağım dedi. E bas o zaman dedim.

 Gelmemiş miyiz ki daha? Şuradaki kırmızı evler mi ki bizimkiler? Yok yok onlar değil. Az daha var. Haa, şunlar mı? Değil abi az daha. E bu kadar yol olduğunu bilse yirmi lira fiyat çekermiş. Bir başka manalı yorum daha geliyor benden abiye. Ehe eheh.

 Evin önüne vardığımızda perdeden benim odamı teşhis etti adam. Sizin ev şu mu dedi. Evet dedim, perdeden anladım, ikinci el mi dedi? Yok annem verdi kimbilir kimin çeyizinden kalma dedim. Evet evet, bizim evde de hep böyle perdeler dedi. Onbeş diye konuşmuştuk değil mi? Ha, evet abim. Buyur, iyi akşamlar.

17 Kasım 2011 Perşembe

Sıpaydırmene Ayar


 Bundan yirmi sene evvel bir ülkenin bir ilinin bir ilçesinde herhangi bir hastanede doğmuşum. Babam maç yapıyormuş ben dünyaya gelirken, ilginç bir ayrıntıdır; çizgifilmlerden öyle görmedik çünkü biz, baba hastanenin koridorunda puro içerek volta atardı çizgifilmlerde, bebesine kavuştuktan sonra da herkese puro dağıtırdı. Benim babam rövaşataya kalkıyordu belki o anda. Da. İşte önemsiz şeyler bunlar. Bu noktadan başlayıp hayatımı anlatabilirim şimdi. De. Önemsiz. Merak edilecek birşey değildir çünkü, herhangi bir insanın yaşamı. Yaşayan milyarlarca insan gibi yaşıyorum ben. Milyonlarcasıyla yaşıtım, binlercesiyle adaşım. Milyarlarca insanla hemcinsim. Feci derecede aynıyım.

 O mevzubahis milyarlarca insan gibi düşünüyorum ben. Önemsiz birisi olduğumu düşünüyorum, öyleyim; önemsiz insanların sayısının birhayli fazla olduğunu düşünüyorum ki benim kıstaslarım geçerli ise birhayli fazlalar gerçekten, ve önemsiz insanların birbirine yeteceğini düşünüyorum.

 Benden daha önemsiz, daha az zeki, daha az düşünen, daha az kuvvetli daha az erdemli, namuslu şerefli bilmemneyli olduğu iddia edilemeyecek bir insanın beni çok da rahat çok da kolay mutlu edebileceğini düşünüyorum. Benim, benden çok daha aşağılık ya da çok daha yüce birilerini mutlu etmem, dertlerine deva olmam mümkün diye düşünüyorum. Süperkahramanlara ihtiyacımız yok diye düşünüyor ve sıpaydırmeni kınayarak yazımı tamamlıyorum.

11 Kasım 2011 Cuma

Mantık Ya Hu.

 İnsanları anlamakta çok zorlanıyorum. Bazen, ama çok nadiren karşıma bir ademevladı çıkıyor, birşeyler söylüyor bana, “çok mantıklı yaa” diyorum. Ama genel olarak başkalarının karşısına çıkıp da mantıklı şeyler söyleyen ademevladı ben oluyorum. Çok mantıksız çok boş çok saçma çok tırıvırı şeylere kızıyorlar. Bu boş bu saçma şeylerden ötürü birbirlerine darılıyorlar ya da bu sebeplerden ötürü çook seviniyorlar.

 Yok yok mesele küçük şeyler meselesi değil; küçük şeylerin minnacık şeylerin beni çok üzdüğünü çok sevindirdiğini bilirim, hatırlarım birçoğunu da tek tek. Mesele o değil, mesele mantık.

 Sinirimi bozan bir başka şey ise. Umursanmamak oluyor. O başkaları, karşılarına çıkıp da mantıklı şeyler söylediğimde, “anaa doğru söylüyon bilader” dedikten on dakika sonra unutuyorlar. Ya da beni geçiştirmek başlarından savmak için doğru söylediğimi söylüyorlar bilmiyorum ama her ikisi de umursanmamak kapısına çıkıyor. O kapının da ben tamınakoyim.

 Ben çok yüce bir insanım, en çok bana soracaksınız, herkes aptal bir ben akıllıyım, acayip mantıklı bir insanım ben yahu, halkımız “şöyledirböyledir” azizim … de demiyorum ama.

 Sorun yaratmayı pek iyi başarıyoruz ya da sorunları görmeyi, ya da gözle görülemeyecek kadar küçük sorunları görebilmeyi, büyütüp de gözlere sokmayı çok iyi başarıyoruz da. Devamında pek bi' başarısızız. Ve hatta en rahatsız edici durum da bundan belki de memnun oluşumuz. Çünkü sorunları çözmeye çalıştığımda, başkalarına gidip de "mantıklı şeyler söylediğimde" umursanmıyorum. Ben biliyorum çünkü çözümü değil mi? Öyle de değil, sövüp saymaktan hır çıkartmaktan başka hiçbir hamle yapılmaması rahatsız ediyor; naçizane fikirlerimi, yok lan naçizane değil, muhteşem fikirlerimi onlarla paylaşıyorum da umursanmıyorum.

 E bu konudan girdim yazdım anlattım da nereye getireceğim lafı. İnan bilmiyorum. Gıcık oluyorum sadece. Yapma gözünü seveyim.

 Ve eğer bir gün karşına çıkar da seninle konuşursam, sana mantıklı gelen şeyler söylersem beni umursa. Feci bozuşuruz aksi taktirde. Her kimsen artık.

2 Kasım 2011 Çarşamba

Mert Sevişelim mi?


 Erotik birşeyler yazmayacağım hayır.

 Doğum günümdü bugün benim, dün oluyor yani, 1 kasım. Sıradan olmayan bir gün - doğum günü - aynı zamanda sıradan olmayan bir doğumgünü oldu bu; o yüzden anlatmakta sakınca görmüyorum.

 Bulaşık yıkıyordum önce. Sıra bende değildi, ama karnım acıkmıştı, makarna yapabilmek için tencereyi yıkamam gerekiyordu, hazır tencereyi yıkıyorum dedim alayını yıkarım ben. Mır mır küfrederek yıkadım bulaşıkları. Geçtim odama, artık biraz daha dolu olan ama o esnada bomboş olan odama geçtim; bir film açtım, güzel bir filmdi, izledim. Kenan'dan mesaj geldi sonra. PES oynayacaktık, hiç de canım istemiyordu evde çok rahattım. Onbeş dakika işim var dedim, Middle Earth'de iki tane brutal yıkmam gerekiyordu.

 Kenan eve geldi birkaç sövdü, "ulan bu muydu işin" dedin. Çıktık gittik sonra pes oynamaya. Sürekli yenildim. Hiçbirisinde şu kadarcık oyun mantalitesi yoktu, hep şansa yendiler beni, hep hakem yüzünden bir de oynun saçmalıkları falan filan. Tüm bahanelerim bunlardır, kullanışlı çocuklardır. Hadi Yunus'lara gidelim dediler. Yok bee dedim. Bize gidelim işte batak matak atarız. Yok yok dediler Yunuslara gidelim sonra size geçeriz.

 İstemeye istemeye dışarıya çıkmıştım istemeye istemeye oyun oynamıştım, eh istemeye istemeye ev gezmesine de gidebilirdim.

 Yunusların eve girdiğimizde Salih her zamanki kibar tavrıyla karşıladı bizi, yine mi siz geldiniz lan dedi, ohoo kaç kişisiniz mınakoyim dedi. Çok olağan şeyler bunlar. Evin salonuna doğru yürürken birden yalnız kaldım, yani herkes arkama geçmişti, kapıyı açtım. Laylaylaylay... diye birşey var ya hani, tribünlerde falan. Tezahurat gibi birşey. İyi ki doğdun Mert'in yerine bunu seçmişlerdi, zıplayan 10 tane adam vardı içerde ortaya aldılar beni ben de zıpladım laylaylay. Sonra birisi dahice bir fikir attı ortaya, sözlerle ifade edilmedi bu fikir, beni kaldırmaya çalıştı diğerleri de eşlik ettiler. Doğum günü kutlaması, tribün coşkusundan sonra bir de asker uğurlama merasimine dönüştü. Bu arada çok afedesiniz götümde birkaç el hissettim. Fırat yaptı büyük ihtimalle. Beni mi arzuluyordur nedir bilmiyorum, fırsattan istifade baya bi' elledi. Bir süre daha indirmeselerdi beni aşağıya, hiçbirimizin hatırlamak istemeyeceği bir utanç gecesi yaşardık belki de. Mütemadiyen tacize uğradım. Aşağıya indim sonunda, pasta falan yapmışlar, üstünde 4 tane mum. E üfle dediler üfledim. Dur mınakoyim fotoğraf çekicektik dediler, sittiret dedim. Hediyemi gösterdiler sonra. Bez dolap almışlar. Mükemmel bir hediye. Odam artık daha dolu. Hediyemin gazete kağıtlarından pakedi üzerinde de bir not vardı. Olması gereken  birşeydir o da hani. Günün anlam ve önemine dair duygusal küçük bir not. Mesela yani. Benim notum defterden koparılmış beyaz çizgili bir sayfa üzerine büyük harflerle yazılmıştı: MERT SEVİŞELİM Mİ? "İ"lerin üstündeki noktaları da kalp yapmışlar. Pasta yedik sonra, ev yapımı pasta. Kola içtik, seri üretim. Kantır oynamaya karar verdik sonra. Oynadık. Böyleydi yani. Çıkıp köfte yedik sonra, el yapımı ama dışarıdan. Bira içiyorum şimdi, seri üretim o da.

 Güzel bir gündü. Her sene güzelleşiyor, doğumgünlerim. Daha iyimser bakmam gerekiyor sanırım. İki sene önceki Sakarya'da geçirdiğim doğum günümü hatırlıyorum mesela, berbattı, geçen sene fena değildi. Bu sene gayet iyiydi. Seneye belki de yine bez dolap alırlar, ama bez dolabı getirip odama kurarlar sonra içinden "sürpriiiz" diye bağırarak bir dansöz çıkar. Belki.

16 Ekim 2011 Pazar

Vaşak


 Akşam 22:00 gibi uyandım. Ev arkadaşlarımdan birisinin annesi gelmiş, pilav yapmış nohut yapmış, yemeğe çağırıyorlar beni. Uyku sersemiyim, yüzümü falan yıkayıp oturuyorum masaya. Kaşığımı pilava daldırıyorum, tane tane geliyorlar, kaşığı deviriyorum, tane tane düşüyorlar; bu işte bir yanlış olmalı, iki gün önce ben de pilav yapmıştım, kaşığı daldırdığımda tekrar kaldıramıyordum, orada yapışıp kalıyordu. Tadına bakıyorum, bayağı da lezetli. "Pilav çok güzel olmuş" diyorum teyzeye dönüp. "Ben de yaptım böyle olmadı..."

  Sonra pilav tarifi almaya başlıyorum teyzeden, babamdan bir, annemden iki, annemden teyit etmek için bir kez daha üç, eve misafirliğe gelip berbat pilavı yiyen bilmiş arkadaştan dört. Dört kez aldım bu tarifi, arkadaşın annesi beşince kez veriyor. "Önce pirinci ıslatıcaksın..."

 Islattım ben de ıslattım. Olmuyor.

 İnternet bağlandı haberi çalınıyor kulağıma. Tez girilsin diyorum. Bilgisayarımı açıyor uşaklarım. Kahyaya da söylüyorum git iki ekmek al gel diye. Cariyelerime bir kaş-göz yapıp oturuyorum bilgisayarın başına. Eee. Girilmiyor? Ttnet'in sayfasından başka bir yere girilmiyor. Demek ki neymiiş, ttnet müşteri hizmetleri aranacak, 15 dakika telefondan müzik dinlenecek, bir tane yavşak adamla konuşulup 15 dakikalık beklemeden sonra 10 saniyede çözülecek ve tabii ki 4buçuk lira bize girecek. Giriyor nitekim. Cariyelere bir daha kaş-göz yapıp facebook'a giriyorum.

 Aslında tanımadığım bir kızla saatlerce sohbet ediyorum sonra. Haybeye saçmalıyoruz karşılıklı, bir yandan aslında tanımadığım ama 2 yıldır konuştuğumuz kucuk Abla'yla konuşuyorum, kendisine önerdiğim filmi izleyemiyormuş, "lanetli" diyor filme; tekrar dene diyorum, sana güveniyorum kucuk diyorum, teşekkür edip tekrar deniyor. Başka bir arkadaşla "vaşak" sözcüğünün "yavşak" ve "taşak" sözcüklerine ne kadar da benzediği üzerine bir konuşma yapıyoruz, "vaşak kafalı" diyorum kendisine bir daha cevap vermiyor.

 Bir gün daha böyle geçip gidiyor vesaire. Al sana en dandiğinden günlük yazısı.


15 Ekim 2011 Cumartesi

Sinek


                Boş boş bakıyorum etrafa. Güzel bir film izledim çünkü. Çok güzel bir film. Güzel bir film izledikten sonra, güzel bir kitabı bitirdikten sonra böyle oluyorum genellikle. Sonra da böyle oluyorum. Hemen birşeyler karalamaya başlıyorum. Ben de güzel birşeyler yapmak istiyorum. Yapamıyorum. 

                Hoşuma gidiyor böyle ayrıntılar. Ya da fimlerde kullanılan bir teknik midir neyse artık. Mesela ben yazıyorum ya şu anda. Odamda, bomboş odamda yere atmış olduğum yatağımda arkadaşımdan ödünç aldığım çarşafın üstünde arkadaşımdan ödünç aldığım battaniyenin altında ve arkadaşımdan ödünç aldığım yastığa yaslanarak yazıyorum ya, sigara içiyorum ya bir yandan, bu yüzden de hemen başımın üstünde olan penceremi açmışım ya, arabalar geçiyor arada bir, seslerini duyuyorum. Kamera beni gösteriyor birkaç saniye sonra pencereden çıkıp arabalardan birisini yakalıyor, içindeki adamı gösteriyor, arka koltukta uyumakta olan küçük kızı gösteriyor, sonra bir animasyon giriyor, küçük kızın rüyasına dair. Kötü bir rüya görüyor küçük kız, araba bir tümsekten geçiyor, kız uyanıyor, pencereden bakıp bir evde ışık yandığını görüyor. Tüm bunlar üç-dört saniye sürüyor ve kamera arabadan çıkıp ışığı yanan eve dalıyor aniden. Gençler alem yapıyorlar evde, her yer bira şişesi.  Koltuklarda sızmış birkaç genç var, bir köşede batak oynayanlar var, kamera oraya dönüyor, az sonra ihaleye girip batacak olan genci gösteriyor;  genç, birasından bir yudum daha alıp kozu söylüyor, “sinek” diyor. Kafasının üstünden bir sinek uçup gidiyor, kamera sineği takip etmeye başlıyor sonra, sinek uyuyan gençlerden birisine yaklaşıp vızıldıyor, uyku sersemi elini kolunu sallıyor sızmış genç. Sinek ölüyor. 

                Seviyorum yani böyle şeyleri.

1 Ekim 2011 Cumartesi

Tek Başına Halay


Günlüğüme bir şeyler yazıyordum. Ayak sesleri duydum, kalemi defterin arasına atıp apar topar kapattım defteri, bir kenara attım. Birileri odama girer de beni bir şeyler yazarken görür de “ne yazıyorsun len?” diye sorar da mırın kırın ederim de falan filan da ihtimallerinden direk olarak kurtulmak için. Geçen gün de Fırat odamdayken günlüğümü bulup açıp biraz kurcalayıp “bu ne birader günlük mü” diye sormuştu da “günlük işte ne okuyorsun” diye azarlamıştım çocuğu. Azarlamak yetmez, küfür de etmiştim ama çok normal bir küfürdü. Ana bacı yapmadım.
                Bir sigara yaktım. Bir yerlerden duymuştum, “ilk iki nefesi çekmeyeceksin çakmak gazını da çekmiş oluyorsun çok zararlıymış kankaa”  şeklinde duymuştum ilk iki nefesi pöflemem gerektiğini. İlk iki nefesi pöfledim. Üçüncüsünü çektim. Öksürdüm.
                Sabahki dersime gitmedim, uyandım aslında ama uyanmamış taklidi yaptım. Uyku çok tatlı. Ve bak şimdi. Boş muhabbetin daniskasını yapmaktayım. Uyku tatlı be bilader diyorum.  Yapma ya? Tatlı tabi.
                Boş kağıtla boş muhabbet etmek güzel. Boş piksellerle boş muhabbet etmek. Güzel mi bilemedim şimdi.
                Yaşıyorum. Yaşamanın tanımına göre değişir bu, yaşamak işini, eylemini yapıyor olup olmadığım değişir. Ama uzun hikaye.
                Sigarayı azalttım diye övünüyorum. Bir günlük bir durummuş o sadece. O da; sadece onüç tane içtim diye halay çekmediğim kaldı. Bana katılacak birilerini bulsaydım halay da çekebilirdim, tek başına halay çekmek çok zevkli çok neşeli bir şey değildir zira. Ve hatta gülünç bir durumdur. Bir Demet Tiyatro’nun Mükremin –ya da Mükrebin- karakteri bir bölümde, sarhoş şekilde eve gelip babasından azar işittiği bir bölümde, çorabını çıkartıp babasının eline vererek “tey tey tey” nidaları eşliğinde tek başına halay çekiyordu. Çok gülmüştüm. Gülünç çünkü.
                Ve aslında halay çekmekten hoşlanmam. Kötü anılarım var halay mevzusuyla ilgili. Birinci sınıftayken ben, sene sonu müsameremizde halay çekmem gerekiyordu. İki adım git bir adım salla olayını çözememiş becerememiştim halay çekmeyi. Öğretmenim de beni zeki sanırdı. Gözünden düşmüşümdür o anda belki de. Sahne işlerini beceremeyeceğim o zamandan belliymiş. Öğretmenimin gözünden halay mevzusuna rağmen düşmemiş olmalıyım ki müsamerenin sunucusu bendim. Şimdi kesinlikle kendisine o şekilde hitap etmesem de söz konusu yıllarda o şekilde hitap etmem tuhaf karşılanmazdı, tüm müsamereyi pipimle oynayarak sunmuşum. Gülünç.
                İçinde “pipi” sözcüğü geçen bir yazı yazdığım için 6 aydan 3 yıla kadar hapsim istenir mi acaba? Yok yok. Yok. Olmaz herhalde öyle bir şey. Memlekette hak var hukuk var çünkü. 

2 Eylül 2011 Cuma

Lafın Gelişi

 En ufak şeylere çok büyük anlamlar yüklemeye çalışmak, ya da en büyük şeylerden, kabak gibi gözümün önünde duran, yok yok gözüme sokulan şeylerden bihaber olmak; pamuk ipliğine tonlarca ağırlıktaki umutlarımı bağlamak. Tekrar ve tekrar hüsrana uğramak. Yorucu işler bunlar.

 O ip kopar. Pamuk ipliği diyoruz, çabuk kopar diye vardır o deyişlerde atasözlerinde bilmemneylerde. Kopar. Çözüm de umutlarımı hafifletmektir belki. Belki de çelik halatlara bağlamaktır umutlarımı.

 Ama alışkanlıklar meselesi var. Pamuk ipliğine alışmışsa bünye, çelik istemez ki, ters gelir. Hayal kırıklığına uğramamanın tek yolu, o alışık olduğun, alışkanlık edindiğin pamuk ipliğinin kapasitesi kadar umut etmektir. Öyle mi?

 Bu da çok aciz bir durumdur bence. Pes etmektir.

 Pes etmek istemiyorsan ve başa çıkamıyorsan ne yapabilirsin? Geri çekilirsin. İlk aklıma gelen bu. Geri çekilmek, tekrar cephe almak.

 E o zaman "nazikçe" bırakırım hayallerimi, umutlarımı yere. Bir yere bağlamayıveririm. Nazikçe ama, kırmadan dökmeden yere bırakırım.

 Yani lafın gelişi bunlar. Ben olsam öyle yaparım demek istiyorum.




12 Ağustos 2011 Cuma

Peki Anlatayım


 Oniki yaşındayken kansere yakalanmış, yaşamasına %3-5 şans verilirken kefeni yırtmayı başarmış, şimdi onyedi yaşında ve üç dört senedir fosur fosur sigara içen iri yapılı, bilek güreşinde hiçbir yaşıtına yenilmemiş kuzenimi anlatayım.

 Sağ salim çıkması beklenmeyen ameliyatlarından birisindeyken hatırlıyorum, sıkrabıl yarışmasını izlemek için Maltepe Askeri Lisesi'ndeydim. Meltem Hoca vardı başımızda, rafıls yiyordu. Harry Potter'daki Hagrid karakterini andıran bir görünüşü vardı kadının. Kıvırcık kabarmış saçlar, hafif kilo. İyi bir öğretmendi.

 Ya da dur şeyi anlatayım. Babamın halaoğlu olan adamı anlatayım. Gayrimeşru bir çocuğu vardı, ya da iki. Sonra çocuklarının anasıyla evlendi. Biraz deli. Gecenin geç saatlerinde beyaz iç donuyla sokakta yürüyüp tüm sülaleye küfretmişliği vardır, babamla yumruk yumruğa dövüşüp hastanelik, sonrasında karakolluk olup ertesi gün babama -yırttığı gömleğe karşılık olarak- gömlek alıp özür dilemişliği vardır. Biraz delidir.

 İki kaşımın ortasına çatal fırlatıp beni öldürme girişimde bulunmuş küçük kızkardeşimden de bahsedebilirim. Tahmin edebileceğiniz gibi girişimi başarısızlıkla sonuçlandı.

 Konudan konuya atlamanın dibine vurup yıllaar önce babamın amcama kurduğu kumpası da anlatabilirim. Anlatayım. Kavga ediyor bunlar, amcam babamdan altı yaş büyük olduğu için kazanıyor kavgayı doğal olarak. Babam da sinirlenip evin tepesine çıkıyor -orada ne arıyorsa artık-  kocaman bir tane taşı düşme noktasına kadar sürükleyip abisinin iki kat aşağıdan geçeceği anı beklemeye başlıyor. Abisi merdivenlerden inip namlunun ucuna geliyor, babam vazgeçiyor.

 İlk sevgilimi de anlatabilirim aslında. Saklambaç oynarken birlikte aynı yerlere saklanırdık. Ama ters bir durum yok tabii ki, on yaşındayız. Sırt üstü uzanıp yıldızlara bakardık. Havadan sudan konuşurduk. Güzel bir kızdı.

 Sigaraya başladığım günü anlatabilirim, ilginç bir hikayeydi. Ama boşver.

 Abimle beraber bir mahalle dolusu bizi dövmek isteyen çocuktan kurtuluşumuzu anlatabilirim. Bisikleti o sürüyordu, ben her küçük kardeş gibi selede oturuyordum ve abimin bisikletinin selesi hiç rahat değildi, net hatırlıyorum, keskin gibiydi biraz. İleride kıl dönmesi gibi bir sorun yaşarsam bilinsin ki bunun sebebi o sarı bisiklettir! Neyse. Abim kafa mafa attı çocuklara. Sonra bastı pedala kaçtık. Ve işin en komik kısmı kavganın sebebinin benim bonservisim olmasıdır. İyi futbol oynayan bir çocuk olarak mahalle takımları arasında paylaşılamadım ve olaylar gelişti. 

 Babamın öldüğünü sandığım geceyi anlatabilirim. Çok güzel bir geceydi. Babamı öldü sandım diye değil tabii ki, babamla beraber balığa çıktığımız ilk ve tek gece olduğu için güzeldi. Fazla içip sahilde uyudu, gidip dürtükledim, ses çıkmadı, korktum, bir kaç kez daha dürtükledim seslendim; panikledim. Diğer amcalar geldiler "korkma evladım uyuyor" diyip güldüler. Komik bir durum tabi.

 Anlatırım yani. Ben de anlatırım istesem.

4 Ağustos 2011 Perşembe

Kesme Şeker

 Elimde tutmakta olduğum kesme şekerle ilgili karmaşık duygular içerisindeydim. Ne şanslı şekermiş diye düşünüyordum, biraz kıskanıyordum. Ama er-geç olacak olanı engellemekten aciz olduğunu bildiğim için de kıs kıs gülüyordum haline. Çay bardağıma girecekti, henüz kaynamış suyun içerisinde eriyecekti, kaçışı yoktu. Uzatmaları oynuyordu.

 Babam anlatmaya devam ediyordu, dün gece beni fırçalayışını açıklamakta idi; şu yüzden fırçaladım bu yüzzden fırçaladım muhabbeti yapıyor, arada bir "azıcık ileriye gittim oğlum kusura bakma"ya getiriyordu lafı. Ben mutfak kapısının kirişinin altında elimde artık köşeleri olmayan, ovalleşmiş bir kesme şekerle babamı dinliyor, başımla onaylıyordum söylediklerini. "Alkolle ilgili problemleri olan" birisinin sizi "alkol" konusunda uyarması durumu. Ya saçmalıktır, "yok artık" der geçersin, ya da durumunun hiç de iç açıcı olmadığının kanıtıdır, "bu adam bile beni uyarıyorsa, sıçtık" der kalırsın.

 Ben de dedim birşeyler kendi içimde.

 Salonda sehpanın üstünde bekleyen çayım soğumakta, avucumda yoğurduğum şeker sürekli kütle kaybetmekteydi. Ellerim yapış yapış olmaya başlamıştı.

 Keşke çişim gelseydi, "sözünü kesiyorum ama, altıma işiycem" diyip uzayabilirdim. Sonra lafını unuturdu belki, ya da unutmuş gibi yapar konuyu kapatırdı. Ama çişim gelmedi. Çişim gelmiş gibi yapmak da bir çözümdü, ama aklıma gelmedi.

 Keşke Bülent Amca damlasaydı olay mahaline. "Dayıoğluu" diye bağırarak giriş yapsaydı mesela. Ama evlendi barklandı, çoluğa çocuğa karıştı adam, pek uğramıyor son zamanlarda.

 Keşke deprem olsaydı, ufağından bir tane. "Ananskmm" diye bağırıp dışarı koşsaydık. O da olmadı.

 Olmayınca olmuyor.

 Sonunda soğumuş çayıma, minicik kalmış şekerimi atıp karıştırdım. Çay soğuk ya hani, kolay da erimedi. O da son gıcıklıklarını yapmaktaydı bana. Ama soğukkanlılığımı kaybetmeyip karıştırmaya devam ettim. Sakin sakin, yavaş yavaş karıştırdım. Eridi gitti.

21 Temmuz 2011 Perşembe

(on üzeri) Yedi Bira İçmiştim

 Ben gerek yok dedim, hele bir uyuyayım uyanayım gideriz hastaneye dedim. Dinlemediler, girdiler koluma götürdüler. Yahu dedim, bu kadar ciddiye aldığınız nedir dedim, "kan kusuyon amcoolu" dedi amcoğlu. Değildir lan o dedim, çiğköfte yedim mi ben bugün dedim, "yemedin" dedi. Atmış kiloda hafif siklet bir insan olarak yüz kiloluk babam ve yetmişbeş-seksen kiloluk amcoğlum koluma girmişlerken onları bile yoldan çıkartıp yalpalatmakla gurur duyuyorum. İçimde bir güç var benim.

 Uyuyacaktım ben ya dedim, amcoğlu uyuyacaktım ne güzel dedim, "burdada uyursun  boğlum" dedi. Mantıklı idi. Acildeki yatağa uzanıverdim. Uyurdum da. Nemrut hemşire elinde iğneyle belirmeseydi, uyurdum belki. Aaa dedim, kalçadan mı olacak dedim, babam ters düz etti beni, donumu da sıyırdı. Acımadı be.  

 Ayyaş, alkolik, sarhoş imajımı böylece tamamlamış oldum. Hastanelik de oldum ya, tamamdır.

 Böyle olaylar yaşayınca ben, sonrasında gelen birkaç günde feci yeşilaycı kesiliyorum. Sigarayı bırakmayı düşündüm mesela, "artık alkole yol verdim" dedim, "bitmiştir, içmiyorum ulen" dedim.

 Her sene sonunda "öbür sene deli gibi ders çalışacağım" da diyorum zaten.

 Şimdi bir sigara daha yakarım.

17 Temmuz 2011 Pazar

Amelelik Zor.

 Merhabalar. Amelelik yapıyordum, gelddim. Dedim ki, madem geldim, geri döndüm, neden en dandiğinden bir günlük yazısı yazmayayım.

 Sonuç itibariyle bir garip blogger'ım ben. Şahaserler beklenemez benden. Sıkıcı hayatıma dair yazılara da alışmışlardır beni okuyan insanlar. Eş dost yani.

 İzmir Harmandalı. İsmi çok şaaşalı. Amma velakin İzmir'in tüm çöpünün döküldüğü yer. Geceleri ters bir rüzgar çıkarsa çöplükten bize doğru. Koklayacağız, yapacak bir şey yok. Zaten inşaatta yatıp kalkıyoruz, pencereyi kapatmak gibi bir alternatif de yok. Hatta ve hatta pencereleri takan biziz.

 Amelelik zor. Çok zor. Bir ara Harmandalı maceramla ilgili daha ayrıntılı bir yazı yazarım belki. 

 Neyse. Buralardayım yeniden. Esir Şehrin İnsanları'nı okumaktayım şu anda. Kemal Tahir de iyi bir yazar imiş. Bunca zaman farketmemişim. Bir de Çanlar Kimin için Çalıyor isimli Ernest Hemingway kitabını satın almış bulunmaktayım. Silahlara Veda'yı çok beğenmiştim. Bu da o kadar güzeldir umarım.

 Bir ara eser de belki güzel, ya da güzele yakın, birşeyler yazarım. Şimdilik yeterli. Hem zaten söz vermiştim kendime, alkollüyken yazmayacağım diye. Alkol tesirini kaybetti, karaciğerim halletti bu işi ama yine de yazmamam daha doğru olurdu belki. Yeter.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Ama Yook

 Sokak bomboştu. Filmlerde, çizgi fimlerde gördüğü hayalet kasabaları andırıyordu geçmekte olduğu muhit. Birden Red-Kid geldi aklına. Nedense.

 Yalpalaya yalpalaya, ışıksız tek tük evlerin arasından, sokak lambaları olmayan bir sokağın tam ortasından yürüyordu. Sokak düzgün bir asfalt değildi, belki yıllar önce asfaltlamıştı belediye burayı, uzun zaman önce, yol aşınmıştı; zaten sarhoştu, zaten canı acıyordu, bir de taşlara takılıp tökezlemek çok yoruyordu kahramanımızı. Hava çok soğuktu, soğuk ısırıyordu. Ve şu anda patlak, kanamakta olan kaşını değil soğuğun uyandırdığı iğne batırılıyormuş hissini umursuyordu sadece. Bir de yoldaki tümsekleri. Bir de o "itoğlitleri".

 "Salağım ben, harbi salağım. Madem uydum bu heriflerin aklına, arabamla gelseydim bari. Yook. Ben salak değilim, safım birazcık, o itoğlitler gibi hinlik düşünmüyorum ben. Ama yine de. Keşke öyle yapmasaydım. Amaaan! Şansımı denedim altı üstü. Ve onlar da. Aşırı tepki verdiler. Off. Salağım ben. Bari içki içmeseydim. Zaten içmeseydim dövemezlerdi beni o tabansız herifler. Ama beklesinler bakalım, beklesinler. Bugünün yarını da var erkekler!" Son cümleyi biraz yüksek sesle söylemişti. Şimdi soğuğa küfrediyordu. Ellerini göğsünde kavuşturdu, zaten ilikli olan ceketini biraz daha büzüştürerek vücuduna yapıştırdı. Ellerini aşağı yukarı hızlı hızlı hareket ettirerek sıcak kalmaya çalışıyordu. Parmak uçlarındaki hissizlikse henüz pek umrunda değildi. Soğuğun canını yakıyor olmasını da , canının yanıyor olmasını da arayacaktı belki az sonra. Ama bilemeyiz. Belki de hemen şimdi bir arkadaşına rastlayacaktı, arkadaşının evine gidip sıcak bir sobanın karşısında onunla dertleşecekti, iki battaniye bir yorgan alıp üzerine, sıkı sıkı örtünüp uyuyacaktı. Hiç olmazsa böyle düşünmek istiyordu. Ama bir türlü denk gelemiyordu o arkadaşına. Şehir dışı denilebilecek bu yerde, etrafında göz alabildiğine tarlalar ve çok nadiren gördüğü evler -ki hepsinin ışıkları sönüktü- dışında hiç birşey yoktu.

 "Ah benim eşek kafam. Yook, eşek olan o. Ne olmuş yani, ne? Aptal herif. Bir sen mi beğeniyorsun o kızı? Tapulu malı sanki dürzünün. Hayır o aptal karı ne diye cingar çıkarttı ki? İncileri döküldü aşiftenin! Off ama. Yakışıksız bir hareket miydi ki benimkisi de? Yok. Yok yok. Delikanlı gibi hislerimi açıkladım. O da azıcık delikanlı olsaydı da cingar çıkartmasaydı. Hadi o bastı çığlığı, sana ne oluyor be adam gelip çatıyorsun bana? Hadi tamaam. O diyelim kızın gözüne girecek aklınca, diğer aptallara ne demeli? Hayır azıcık delikanlı olun be. Ahh ah. İçmemiş olacaktım ben. O zaman..." Bir iç çekip biraz daha yavaşlamış biraz daha çarpıklaşmış adımlarıyla daha kilometrelerce sürecek olan yürüyüşüne devam ediyordu şimdi. Elini kaşına götürdü. Artık kanamıyordu. Sonra burnuna dokundu. Ve o anda farketti ki, soğuk artık canını yakmıyordu. Burnunu mıncıkladı birkaç dakika. Birisi izliyor olsa çok komik bulabilirdi bu sahneyi. Üstü başı çamur olmuş, sarhoş, yirmili yaşlarında, çirkin bir adam sallana sallana yürüyüp burnunu mıncıklıyor. Keşke birisi izliyor olsa da gülse diye düşündü. Belki seslenirdi o birisi kahramanımızdan yana. Gel derdi. Belki bir barakası vardır o birisinin, dandik yıkıldı yıkılacak bir baraka. İçinde büyük sağlam bir varil vardır, demirden; içinde ateş yanıyordur belki, belki o birisinin kahramanımızla paylaşabileceği birkaç lokma yiyeceği de vardır.

 Beş dakika soluklanayım diye düşünüp bir elektrik direğine sırtına verdi, düşer gibi oturdu kaldı oraya. Yerden uzunca ve ince bir çöp parçası buldu. Dişlerinin arasına koydu, kendi kendine anlamsız şeyler mırıldanırken çöp de aşağı yukarı sallanıyordu. Birden Red-Kid geldi aklına. Ufacık bir tebessüm yayıldı suratına. "Güzel kız ama" diye geçirdi aklında. "Ama. Arıza çıkarmasaydı iyiydi. Ama, o son bardağı içmeseydim iyiydi. O aptal herif tek başına saldırsa yine indirirdim gerçi, fıçıyla içmiş olsam indiririm ben onu. Sünepenin teki. Kız güzel ama. Ama. Off. Saçma sapan bir iş yaptım, evet saçma sapan bir iş." Artık kanamayan kaşı acımıyordu şimdi, soğuk da canını yakmıyordu. Ciğerleri acıyordu biraz, hızlı yürümüştü, kalbi de bu soğuk havaya, parmak uçlarının, burnunun donmuş olmasına rağmen hızlı atıyordu. Sıkışıyordu arada bir.

 "Ama yok. Hadi kıza gittim anlattım derdimi. Dedim böyle böyle. Neden öpmeye çalıştım ki. Yook ama yanağından öpücektim sadece, yanlış anladı. Bir daha romantik komedi izlersem şuracıkta... Off. Hep filmlerde mi işe yarar ki böyle şeyler. O filmlerden birinde olsaydım keşke. Başrol olsaydım. Hem kız bana aşık olurdu, hem de hepsini döverdim. Garanti öyle olurdu, başrolum ben boru mu? Değiil. Ama bulurum ben onları. Teek tek bulurum. Şimdi anlıyorum. Resmen kumpas kurmuşlar bana çakallar. Arabamı da alamadım yanıma zaten. Herşeyi planlamış itoğlitler. Yok artık. Kızı öpmeye çalışacağımı da mı planladılar. Onu da yapmışlardır. Tabi yaa. O yüzden içirdiler bana. Bardağım hiç boş kalmadı anasını satayım. Ah ulan, nasıl yedim ben böyle bir numarayı." Bir elini havaya kaldırıp hissiz işaret parmağını doğru tutmaya çalıştı, başaramadı, hafif eğri bir şekilde havada sallayarak devam etti kendi kendine mırıldanmaya.

 "Ama yoook..."

 Ağzındaki çöp parçası kucağına düştü. Uyudu kaldı orada. Yerini yadırgayan, başkasının evinde kalmamaya özen gösteren kahramanımız, bir elektrik direğine yaslanıp uyudu.

 Kimbilir, belki uyanamayacak, bir ara birileri bulacak cesedini, gömecekler, gidecek. Belki de sabah bir uyanacak, evindeki yatağı gibi rahat ortepedik bir yatakta bulacak kendini, iyi niyetli ev sahibi gelecek odasına, onu nasıl bulduğunu anlatacak. Belki polis karakolunda bir sandalyenin üstünde uyanacak, bir çay ikram edecekler memur beyler kendisine, hikayesini yarım yamalak anlatacak hala takırdayan dişlerine rağmen. Kaşını gösterip soracaklar, şikayetçi misin? Yook. Evine bırakacaklar polisler onu, annesi telefonuna ulaşamadığı için meraktan çıldırmış durumda karşılayacak onu, bir de eve polisler bıracaklar ya oğlunu, başlayacak kötü senaryoları kurmaya. Ne oldu evladım? Yok birşey. Kimbilir. Belki de uyanamayacak.

6 Haziran 2011 Pazartesi

Birkaç Dağ İçinde

 Sabahın beşi altısı oldu. Kafamı pencereden uzattım, bir onbeş dakika önceydi, bakındım öyle, boş boş. Okumakta olduğum kitaptan, okumakta olduğum kitaplardan alışık olduğum edebi cümlelerden birisi gelir belki aklıma diye. Kereviz geldi. Ne çirkin yemektir ya. Sevene saygım var. Orası ayrı.

 Dokuzuncu katta yaşamak güzel birşeymiş. Karşı köylerin ışıklarını gördüm. Çok uzakta oldukları için ışıkları bir yanıp bir sönüyordu. Aslında tüm ışıklar yanıp söner, kitaplarda böyle yazar ama yakındaki ışıklarda farkedemiyoruz biz bunu.

 Sonra tahmin etmeye çalıştım, şu köy Özbey'dir, şu Ahmetli'dir... Yok lan dedim, Ahmetli buradan görünür mü ki?

 Şunu farkettim: Torbalı birkaç dağ içinde.

 Azıcık daha dedim, bakayım azıcık daha, olur belki birşeyler. Panelvan tipi denilen arabalardan birisi çalıştırılmıştı, durduğu yerde üç-dört kez kornaya bastı. Sivrizekalı panelvan. Amacı neydi ki?

 Ben de birkaç dağ içindeyim. Dört dağ içinde olan da var, baskılardan nefes alamayan insanlar var; 'yüksekteki bir düzlük' olan, plato olan da var; yayla gibi rahat insanlar da var. Üç tarafı denizlerle çevrili olanlar var, yarımada. Okyanusun ortasında üçbeşmetrekarelik bir ada olan da var, epey bir yalnız. Delta diye birşey vardı, o tipte insan da vardır muhakkak ama ben deltanın ne olduğunu unuttum. Ben birkaç dağ içindeyim. Torbalı gibi bir ovadayım. Eskiden balçıkmış tabanım. 'Çalış çalış bir karış'ım ben. Birkaç dağ içinde bir ova.

2 Haziran 2011 Perşembe

Hayırlı Yolculuklar

 Terminaldeydiler. Önceden kurulmuş bir hayali gerçekleştirmek üzere.
 O günden iki yıl kadar önceydi, okudukları şehirden memleketlerine dönmek üzere terminaldeyken kararlaştırmışlardı bunu. Sanki sen nereye gideceğine karar vermeden terminale gelirsin ya, bağırır çağırırlar ya simsarlar, Sivas'a, Ordu'ya, Adana'ya, bilmemnereye gönderelim seni diye... O gün demişti kendilerine isim bulmaya tenezzül etmediğim iki arkadaştan daha sıska olanı, "tamam lan, gelelim bir gün terminale, paramız da olsun cebimizde, ilk kim seslenir, nerenin ismini bağırırsa basalım gidelim oraya". "Tamam lan" dedi şişko olan da. İkisi de için için dua ediyordu, saçma sapan bir yer çıkmasın diye, ama sözleri sözdü, ilk söylenen yere gideceklerdi.
 Ufak birer sırt çantaları vardı, daha yeni birşeyler atıştırmışlar, üstüne çay içip sigaralarını tüttürmüşlerdi. Parası neyse verip çişlerini de yapmışlardı. Yolculuk için herşey hazırdı. Beraber son çılgınlıkları olacaktı belki de bu, geriye dönecekler büyük ihtimalle bambaşka şehirlere askere gideceklerdi. Askerden dönüp sıska veya şişko kadınlarla evleneceklerdi, sıkıcı ofis hayatına dalıp gömleklerini takım elbiselerini çekip sabah 8 akşam 4 çalışacaklar, eve gelip diğer mecburiyetleriyle ilgilecekler, ayda yılda birbirlerini hatırlayıp karşılıklı ikişer bira içip dağılacaklardı, e sabah sekizde işe gitmek gerek.
 -Hangisini tercih ederdin, uzun bir yolculuk mu kısa bir yolculuk mu, diye sordu şişko.
 -Bilmem, kısa olsun bence, gittiğimiz yeri de gezecek vaktimiz olsun.
 -Bence de. Ama kıvırmak yok, Diyarbakır çıksa gideceğiz.
 -Gideceğiz.

 Aradan yarım saat geçtiğinde bilmemkaç numaralı peronun önünde Çanakkale otobüsünü bekliyorlardı. Kısa bir yolculuk olacaktı. Tam da düşündükleri şeyin özüne uyan bir şehir çıkmıştı bahtlarına, ikisinin de aklından, 'gideriz, mekanlara girer çıkarız, içeriz sıçarız' geçmekte iken, şimdi şehitlikleri gezme planları yapıyorlardı. Düşündükleri şeyin özüne uygundu çünkü, plan yapmadan 'o piti piti' ile bir şehre gitmek gerekiyordu; bu gezinin planlardan azade olması gerekiyordu ama ister istemez kurmuşlardı kafalarında birşeyler. Şimdi ters köşeye yatmışlardı, istedikleri de buydu.

 Konforlu birer yolculuk diliyorum onlara, umarım önlerinde oturan insan koltuğunu burunlarına kadar dayamaz, servis güzeldir gittikleri firmada, hemen yanlarında iki güzel kadın vardır umarım, umarım kimse insanlıktan çıkıp kapalı alanda yapılmaması gereken şeyler yapmaz, umarım şarompole falan yuvarlanmazlar. Haydi hayırlı yolculuklar.

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Burdayım.

 İnanmak biraz zor oldu. Buradayım. Üç-beş bira içmişim evime gidiyorum. Daha önce bilmemkaç milyon kez geçtiğim yoldan, koruluğun önünden geçerek evime yaklaşıyorum. Bir arkadaşın evinin önünden geçiyorum, sonra başka bir arkadaşımın evi. Sonra başka... Koruluk Parkı aydınlatılmış, kapalı olduğu şu saatlerde bile ışıl ışıl. Kültür Merkezi adıyla yapılacak bina bir aşama daha tamamlanmış. Geçmişim burada benim. Ben de buradayım, geçmişimde, Torbalı'da. Şimdiki zamanım Sakarya'dan 500 kilometre kadar uzaktayım. Ve mutluyum.

 Yanımda abim var mesela, amcoğlu var, okulu benimki gibi erken bitmiş bir lise arkadaşım var. Bira içip midye yiyoruz. Çıkıyoruz mekandan, bir de çiğköfte yiyelim diyoruz. Yapabileceğimiz her türlü midesizliği yapıyoruz. Buradaki çiğköfteci çok iyi. Sakarya'da da yerdim de, burdakinin tadı farklı.

 Sokaklar boş, Sakarya'da böyle olmazdı, hele Serdivan'da, onbin öğrencinin ikamet ettiği rivayet edilen ilçede böyle olmazdı. Saat 2-3 farketmez, sokakta birileri olurdu. Burada sokaklar boş. Buranın halkı işçi çünkü. Yarısı sabah 6'ta işe gidecek, diğer yarısı da diğer vardiyada gidecek.

 Seviyorum ben burayı.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Sakallı Bıyıklı

 Ben sakallı bıyıklı adamım. Neden takılayım ki böyle ufak tefek şeylere? Dolmuş sırasında önümde dikilmekte olan insanevlatlarından birisinin 4.00 ortalama yapacak olmasıyla ve benim 0.50 gibi birşeylerde kalacak olmamla neden ilgileneyim ki? Bıyığım var sakalım var.

 Neden yani neden? O soktuğumun yazarı "aslında ne anlatmaya çalışıyormuş" umrumda mı? "Anlatım bozukluğu" hangi şıkta imiş, Sadabat Paktı'na kimler katılmış da kimler katılmamış...

 Çok eşlilik savunulur olmuş misal, benim sakalım var neden olmasın? Henüz hacı sakalı formuna sokamıyorum sakallarımı ama olsun, var, alayım ben de 3-5 tane karı.

 Seçimlere kalmış 2 hafta, ampullere geleceğiz tekrar, anketler öyle gösteriyor. Otuziki yaşından küçüklerin içki içememesi ve seksenüç yaşından küçüklerin sevişememesi gibi kanunlar içeren yeni bir anayasaya kavuşabiliriz mesela. Ama benim bıyığım var, hem de yeni yeni çıktığı için sayın başbakanımızın kedi bıyıklarını andırıyor, belki bi' memuriyet filan kaparım, bıyık benzerliğinden.

 Uçan kuşa borcum var, öğrenim kredisi aldığım için şimdiden devlete 10binküsur Lira borçluyum. Bankaya 200 Lira borcum var, geçen gün hesabı kendisine kitlediğim arkadaşıma da 30 lira vermem lazım. Eve dönüş için de biraz para ayırmak gerek.

 Her halta para lazım. Ayakbastı parası diye birşey var ya. O sırf dükkanlar, tüccarlar, bilmemneyler için geçerli değil. Yaşıyoruz ya, nefes alıyoruz ya, para harcamak zorundayız, bu dünyaya ayakbastı parası gibi işte. Ama benim sakalım bıyığım var, dert değil.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Haşlanmış Yumurta

 Babam öğretmen. Oturduğumuz ilçeye bağlı bir beldede bir ilköğretim okulunda çalışıyordu bir aralar. Ben de küçüktüm o zamanlar, heves ederdim babamın okuluna gitmeye. Tuhaf durumdur zaten annesi babası öğretmen olanların yaşadığı. Çocuklar heves ederler anne babalarının işyerlerine gitmeye. Dozi'yi hatırlarım mesela, dedemle beraber tarlaya gitmek için can atardı. Ben babamın işyerine gittiğimde bir başka okula gitmiş oluyordum sadece. Atatürk büstü, sınıflar, tebeşirler, takım elbise giymiş hocalar; yok yok o zaman hoca değil öğretmendiler, sonra hoca oldular... Farklı olansa öğretmenler odasına giriş serbestliğiydi sadece. Hepsi aynı halttır aslında, okul kantinlerinde yapılan sandviçler tostlar. Kendi okulumda aldığımın parasına babam veriyordu tabii ki ama, hiç para vermeden babamın hesabından tost yemek kola içmek daha bir tatlı geliyordu.

 Mevzubahis beldeden bahsedeyim biraz. Çaybaşı. Nüfusun büyük bir kısmı Çingen. Sanırım doğrusu "Çingene" bu sözcüğün, ama biz öyle deriz, nokta. Daha da doğrusu Roman'dır herhalde. Ama neyse işte, çingendiler. Eğlenceli tiplerdi hepsi, benim yaşlarımdaki çingen çocuklar. Gariban ailelerden geliyorlardu hepsi. Ve çok çirkindiler. Babam başka hiçbir öğretmende görmediğim kendine has üslubuyla dersini anlatıyordu. Övünmek gibi olmasın, babam o okulda efsaneydi. Yüz kiloluk vücudu, bilmemkaç yıllık -sanırım Mez marka- kocaman motorsikleti -e motor sürüyor adam, gözlük de takmalı, güneş gözlükleriyle; zaten ilk izlenimi mükemmeldi.

 Yüz kiloluk adam dersini anlatır. Zil çalar, eller çantalara dalar. Çantalar kurcalanır, poşet hışırtıları duyulur. Poşetler çantalardan çıkar. Poşetlerin içinden ekmekler çıkar. İşte o an. İşte o anda bir koku kaplar tüm sınıfı. Haşlanmış yumurta kokusu. Ama güzel bir koku değil. Haşlanmış yumurtalar ekmeğin arasına püre gibi yerleştirilmiş, birkaç saat yaz sıcağında çanta içinde beklemiş. Gerçekten kötü kokuydu. Yumurtalı ekmekler kısa sürede mideye indirilir, tenefüste oyun da oynamak lazımdır, zaman kısıtlıdır.

 Birşeyler tıkındım. A pardon önce benden evvel masada yemek yemiş heriflerin pisliklerini temizledim, bir kere de temiz bırakın anasını satayım şu masayı! Arkadaş geldi, cezveyi aradı, buldu, buzdolabını açtı, yumurta haşlayacaktı. Kalktım bir tane de ben yumurta verdim, bunu da haşlayıver diye. Haşlandı yumurta. Yemeğimi henüz yediğim için bir kenara koydum yumurtamı, gece acıkınca yutacağım diye.

 Ve yuttum, az öne yuttum. Çaybaşı geldi aklıma, babamın arkasında motorsikletle okuluna gidişimiz geldi, okul bahçesinde dayak yiyen sümüklü çocuk geldi. Yakartop oynarken vurulan, yani yanan kişilere "çıkşaarı" diye bağırıldığını ve bundan büyük keyif alındığını hatırladım.

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Serbest Çağrışım-Yeniden

*Başlık olarak "Serbest Çağrışım-Reloaded" geldi ilk aklıma. Matrix gibi hani.
*Bir gece oturup Matrix üçlemesini bitirmiştim. Yarım yamalak izlemiştim daha önce, doğal olarak metriks nedir, ne ayaktır hiç bilmiyordum; iyi oldu izlemem. Güzel film.
*Geçenlerde de Shutter Island ve Inception izledim. Beynim sulandı. Güzel onlar da.
*Bahar şenliklerimi henüz bitti. Güzeldi o da.
*Bi' kız var bizim sınıfta. Güzel o da. Zaten toplam sekiz kız var, biri güzel. Güzel ama.
*Benim güzellik anlayışım bir tuhaftır ama. Neyse bunlar derin mevzular.
*Batakta dondurma kaybettim. Hiç de güzel bir durum değil bu. Zaten "içkisi var, sigarası var, kumarı var" bir insan oldum çıktım. Bir hovardalığım eksik. Niye eksik? Lanet olsun.
*Bak bu şarkı da güzel.
*Sarhoşken bir gün. Bir arkadaşımın birazcık kalbini kırmışım. "Sen ne kadar çirkin bir herifsin" tarzı şeyler. "Ulan ben bu herif kadar çirkin miyim? Yok yok değilim" tarzı şeyler. "Lan senin tipine sokayım ehue ehue" tarzı şeyler. Alkolle ilgili bir problemim var sanırım.
*Devlet Bahçeli ve Püskevit mevzusu var bir de.
*Silahlara Veda isimli Ernest Hemingway kitabını okumaktayım. Bitmek üzere. Güzel o da.
*Neyse neyse. Yazmış olmak için yazdığım bir yazının daha sonuna gelmiş bulunalım bizahmet.

5 Mayıs 2011 Perşembe

Naneipimaigıligıli


Elimde yarım makarna paketiyle beni görünce, “makarna yapcaksan bol yap ben de yerim” dedi. Tamam dedim, ne diyeyim. Ketılda su ısıttım falan filan. Makarnayı hazır ettim. Dolaptan yoğurdumu çıkarttım.  İşte o aşamada yoğurtlu makarnalı mönümüze sonunda o da bir katkıda bulundu. “Naneipimaigıligıli”si ile.

 Günün mönüsünde naneipimaigıligılili yoğurtlu makarna vardı. Yanında da sabah ezanında toplanmış şeftalilerin steril şartlarda sıkılmış suyu. Dimes sanırım.

 “Ne var bu baharatın içinde bilader” dedim. “Nane, kurutulmuş domates, maydonoz, kuru biber” dedi. İşte mucizevi baharat naneipimaigıligılinin “formülü bilinmeyen” içeriği buydu. “Bir de hikayesi var bunun” dedi. Çocukluğumdan beri severim yemekte iken otantik hikayeler dinlemeyi.Büyükbabam anlatırdı hep. E anlat o zaman dedim.

 “Zengin bi adam köyden bi karı alıyo. Karı hastalanıyo. Doktorlar çare bulamıyolla. Karı diyo ki, herif diyo ölmeden önce naneipimaigıligıli yemek istiyom ben diyo. Adam tamam diyo buluruz diyo. En lüks alışveriş merkezlerine gidiyo da bulamıyo. Gerçi alışveriş merkezi falan yok o zamanlar da, işte en lüks tüccarlara gidiyo. Yok. En son bi köyde bi tane adama rastlıyo, diyo nedir bu? Adam söylüyo. Nane, maydonoz, kuru biber ... Neyse buluyo adam baharatları karıştıyo getiriyo karının önüne. Karı teşekkür ediyo adama. Adam kızıyo tabi, bu muydu senin aradığın neden söylemedin diyo. E sormadın ki diyo karı”

 -Eee? Bu hikaye çok dandik bilader. Kadın iyileşiyormu bari? 
-Ne bileyim ben. Sen de iyileşiyo diye anlatırsın eheh eheh.
-Peki.