7 Aralık 2012 Cuma

Yan Basmak

 Geçtiğimiz yaz bir halı saha maçında sakatlanmaya çok yaklaşmıştım. Dengesizce, orantısızca güç kullanan irice bir arkadaş beni tellere yapıştırmıştı. Şu kalçadaki kemiğin adı neydi, leğen kemiği mi, hala acıyor o kemiğim. Sakatlanmadım ama. Ama. Bu sefer başardım sanırım.

 Yan bastım. Neye? Diye sorup gevrek gevrek sırıttı bir arkadaş derdimi anlatırken. Suni çime yan bastım. Sunni mi suni mi? Yok sünni. Protestan.

 Buradan mutfağa gitmem gerekiyor çay doldurmak için, severim çünkü çayı. Epey uzun sürüyor yolculuğum. Ayağımda bandaj  bandajın altında bence güzel güzel kokan bir merhem tabakası ile oturuyorum evimde. Önümüzdeki bir kaç gün için de planım bu, mecburi olarak.

 Arkadaş refakatçılık ediyor bana şimdi. Bandajımı merhemimi gitti o aldı eczaneden. Bir kaç da tavsiye aldı eczacı hanım teyzeden. Gerçi bilmiyorum yaşını ama gözümde orta yaşlı, düz saçlı, saçları atkuyruğu şeklinde toplamış, gözlüklü bir teyze belirdi. Tabii ki beyaz önlüğüyle. Antrikot demiş hanım teyze, bir de zeytin çekirdeği. Dövecekmişim zeytin çekirdeğini, sonra antrikot et ile beraber ayağıma saracakmışım bandajla, iki gün çıkartmayacakmışım ayağımdan, alırmış şişini. Antrikot pahalı bir şeydi. Tavuk döner sarsam ben? Denenebilir.

 İşin kötü kısmı bu refakatçı arkadaşa dün maç esnasında artistlik yaptım ben. Sakatlanınca, yan basınca bir beş dakika oturdum kenarıda, bu arkadaş da sadece izlemek için gelmişti bizimle, benim yerime oyuna girdi. Beş dakika sonra seslendim, gel len buraya dedim, ben sakat halimle iyi oynarım senden dedim, çekil şuradan dedim. Bu sabah da bilader dedim, yürüyemiyorum ben dedim, vay anam vay dedim, ah uh dedim, eczaneye kadar dedim, gidiversen ha dedim. Gitti sağolsun.

 Bugünlük de bana ayrılan sürenin sonuna geldik. Bu aylık da olabilir, bilemiyorum, hep beraber göreceğiz.

22 Kasım 2012 Perşembe

Kafam Olmuş Diferansiyel Denklemler

 Çok fazla değil de az da denilemeyecek bir süre diferansiyel denklemler vize sınavıma çalıştım. Sabaha kadar çalıştım, sabaha kadar diyince daha bir etkili oluyor gibi, akşam dokuzda uyandığım için akşama kadar çalışmam mümkün değildi o yüzden sabaha kadar çalıştım. Cümle cümle bir sonraki olayı anlatmam gerekirken geriye gidiyorum; akşam dokuzda uyanmadan önce rüya gördüm ama hatırlamıyorum, rüyayı görmeden önce uyudum, rüya görmenin ilk şartıdır herhalde uyumak, herhalde, emin değilim. Uyumadan önce yüzüklerin efendisi izliyordum yine, veri yapıları sınavına girip sorulara bakıp gevrek gevrek sırıtmayı mışıl mışıl uyumaya tercih edemedim. Neeyse.

 Çalıştım çalıştım ne oldu? Bir halt olmadı, ilk yedi haftanın konusuna gayet iyi çalıştım, sorun bir bernoulli denklemi çözüvereyim ama sormadı hoca. Tüm soruları mı sekizinci dokuzuncu haftadan sorması gerekliydi, bilmemkaç senedir üniversite okuyor olmama rağmen hala kuralları öğrenemedim mi yoksa, halt yiyen ben miyim, bilemedim. Çıktım sınavdan, bir sigara yaktım. Dolmuşa binmem gerekliydi, dolmuş kalkıp gidecekti, tam bitirmedim sigaramı, attım. Dolmuş çarşıya kadar giderse bir lira yirmi beş kuruş ücret alıyor, öğrenci. Çarşı mesafesinin yarısı kadar olmayan benim evime ise bir lira on beş kuruş, arada on kuruş oynuyor. Pek alışık olmasam da parayı uzatırken belirttim, bir lira on beş kuruşluk yolcu olduğumu, on kuruş para üstümü de arsız arsız bekledim. Ne arsızı yahu? Anormal bir şey değil ki bu.

 Manav marketin en sevimsiz sahibi ile burun burunaydım işte. Bu değil de büyük ihtimalle kardeşi olan bir abi var o iyi, hoşsohbet bir insan. Bir keresinde kendisiyle kula marka maden suyu muhabbeti yapmıştık. Bulamayınca sormuştum, yok mu kula diye, bir yarım saat askerlik anılarını dinlemiştim sonra. Sakarya'nın olağanca esafı askerliğini İzmir'de yapmış olmalı. Yok ama biliyorum Kula Manisa'ya bağlı, biliyorum. Domates. Domates alacaktım da. Ama onlar üç lira bak bunlar bir yetmiş beş... Daha pahalı olan domatesten aldım. Niye almayayım ki, sanki tonla alacağım, bir kiloda bir lira yirmi beş kuruş fark edecek, zaten dolmuşta on kuruşunu kurtardım. İki tane de biber üç tane de soğan alayım. Bir tane de beş litrelik su. Ha bir de kısa winston. Kutu mu? Kutu olsun. Bugün o kadar da sevimsiz değil bu adam. Hayret.

 Kompozisyon net. Eve gidilecek, menemen yapılacak, üstüne sigara içilecek. Sonra bir sigara daha, bir çay daha içilecek. Birkaç sigara süresinden sonra -aralardaki bekleme süreleri de dahil- bloga girilecek, sırf uzun süredir yazı yazılmıyor diye bir günlük yazısı yazılacak. Sonra uyunacak. Ne gıcık bir paragraf oldu bu böyle. Ecek acak. Kaçtım ben.

15 Ekim 2012 Pazartesi

Asimptot


 Tot, tot, tot. Ney tottu lan bu? Hop bilader, hani türevde vardı ya böyle diklemesine yanlamasına tot'lu birşeyler. Asimptot. Hah! Büyük dertten kurtardın beni bilader, çok sağolasın.

 Hayır nereden geldim ben o noktaya? Dolmuş taksi diyorlar sanırım, arabadan bozma dolmuş diyeceğim ben, kırmızı dolmuş diyor buradakiler... gidiyordum kırmızı dolmuşta. Ne düşünmeye başladım da asimptoda kadar geldim?

 Sahra Kebap'tan başlasam. Üzüldüm ona ben. Bundan yıllar önce diyeceğim şimdi ve yanlış da olmayacak, üç sene önce -sonuçta çoğul değil mi canım- Sakarya'daki ilk senemde çok giderdim Sahra'ya. İki lahmacun bir ayran. Sadullah Abi'yle geyik muhabbeti. Ve en büyük kıyağı da Sadullah Abi'nin doğum günümde bana hazırladığı mükellef sofraydı; ben sadece patlıcan kebabı sipariş etmiştim aslında. Blog işlerine yeni yeni girmiştim o sıralar. Abimin blogu vardı ben orada yazar statüsünde idim. O günümü yazmıştım abimin bloguna.

 Kapanmış Sahra Kebap. Peki tot? Nereden geldim oraya ben?

 Sahra Kebap'ın kapanmış olduğunu onun yerine de Öztürkler Kanatçısı gibi birşeylerin açıldığını gördüm. Üzüldüm işte, büktüm boynumu kırmızı dolmuşların durağına doğru yürüdüm. Dolmuşlara, durağından binmeyi severim, imkanım varsa yürüme mesafesiyse bir adım da ben atarım dolmuşa doğru. Bindim dolmuşa. İki buçuk lira uzatıp iki öğrenci ücretini ödemiş oldum. Tot.

 Lisede pek samimi olmadığım bir çocuk vardı, Toto diyorlardı ona, lakabı öyle birşeydi. O mu geldi aklıma. Yok yok öyle de değil.

 Limit hesabı. Limit iks sonsuza giderken filan. Öyle birşeyler geçti sanki kafamdan. Sonsuza yaklaşırken. Artı sonsuz mu? Artı olsun. O zaman soldan yaklaşalım sonsuza. İşimiz gücümüz yok sonsuza yaklaşalım. Ne kafası bu matematikçi kafası? Sonsuz diye bir sembolleri var, kullanıyorlar onu sık sık. Devamında asimptoda mı bağladım. Öyle olsa gerek.

 Bir şarkı vardı öyle, aklımı iplerini saldım. Aklım kopuk uçurtma. Aklım limit iks sonsuza giderken iks karış yüksekte. Başımda kestane yelleri esiyor, çam belki. Çıksam incir ağacına toplasam hamını mamını. Eöf.

13 Ekim 2012 Cumartesi

Hiçbirşey Anlatmayan Bir Yazı Daha

 Güneş artık gitmiş. Ara sıra uğrar, ateş almaya gelmiş gibi, beş dakika durur gider yine, ya da bulutların arasından bir el sallar kaçar, hep mi acele işi vardır, bilmem. Hava kötü. Hava gıcık. Ceket giysen terliyorsun, yok çıkartsan ceketini, üşüyorsun. Yağmur yağacak derdi, havada bir sıkıntı var derdi oralarda bir dede bulunsaydı. Haklı da çıkardı, akşamına kalmadan bastırdı yağmur. Ama o dede orada değildi, haklı çıkamadı bu yüzden, belki evinin penceresinden kafasını uzatıp, içeri dönüp de ev ahalisine bildirimde bulunmuş, yağmur yağacak demiş yine haklı çıkmayı başarmıştır. Bilemiyoruz. 

 Bir çay bahçesi. Gençler bulunur oralarda, dedeler kahveye gider. Belediyenin işlettiği çay bahçelerinden biri, genişçe bir bahçesi var, birbirinden bir hayli uzak olmalarına rağmen en azından otuz masa var bahçede, o kadar geniş. Bahçede geniş yapraklı ağaçlar var iğne yapraklı ağaçlar var. Geniş yapraklar pek tatsız pek çıtkırıldım şimdilerde. Aman bana ilişmeyin der gibiler. İğne yapraklar her zamanki gibi mağrur, sapasağlam duruyorlar. O kocaman bahçeye bir de havuz yakışır tabi, düşünmüşler bunu senden benden önce. Havuzun yüzeyi geniş yapraklarca kaplanmış, o yapraklar daha bir şen, şanslı sayıyorlar kendilerini hiç olmazsa suya düştüler. O yükseklikten su beton etkisi yapar mıydı, yapmazdı, çok yüksek değil. Belki sunta etkisi yapar ama onu da sana bana yapar, süzüle süzüle gelen yaprağa yapmaz. Evet şanslı o yapraklar. 

 İşletmemiz sakin, böyle bir günde beklenen de budur, garsonlar memnun. Sakin dedikse, bomboş da değil. O masada iki kişi oturmuş buradakinden üç ötekinden beş. Dert anlatıyor, birisi diğerine, öteki masadaki birisi de tasa anlatıyor, bir diğeri sıkıntısını anlatıyor, şu en uçtaki masadaki genç de dün gece halı sahada attığı golü anlatıyor. Orta sahayı azıcık geçtim... Orta sahayı "azıcık" geçmemiştir o, ceza sahasına yakındır. Yok yok tam doksan da değildir, yine köşeye gitmiştir de tam doksan değildir, bence.

 Bir sürü kapısı var çay bahçesinin. Hemen şimdi adlandırdım ben onları. İki numaralı kapıdan çıkarsan bir cami görürsün, o cami ki maç günleri çay bahçesi müşterisinin imdadına koşar. sıra olur cami tuvaletinde. Tuvalete doğru dümdüz gitmeyip sola dönersen bir yokuş var. Bayağı dik bir yokuş, çıkması epey zor, inmesi de pek kolay değil, hava durumu tahmininde bulunan dede korkabilir mesela bu yokuşu inmekten, anlık dikkatsizliğe bakar patır patır yuvarlanırsın aşağıya. Ama yuvarlanmadın diyelim, başın gözün sağlam indin yokuşu, dört yola gelirsin. Öyle çok işlek dört yollardan değil, mahalle arası dört yollardan birisi, düz devam edersen işlek bir caddeye çıkarsın, çok canın istiyorsa. Sola dönersen bir ev görürsün orada. Bir sürü ev görürsün de beni bir tanesi ilgilendiriyor şimdi. Dışarıya arabesk sızıyor o evden. Bira kokusu sızmıyor, ama içeri girsen alırsın kokuyu. Fıstık kokusu da var. Şu kabuklu fıstıklardan, çizgi filmlerdeki fillerin çok sevdiği fıstıklardan. Fıstıklar torbada duruyor çöpleri için de bir tabak var. O tabaktakileri alsan damıtsan yarım kilo tükürük salgısı çıkartırsın, fıstığın tuzunu hep emmişler pis adamlar. Yetti be birader diyor, pis adamlardan birisi, içim şişti, kaç kadeh kırılmışmış sarhoş gönlünde, aç duman muman aç dinleyelim diyor.

 O gol kaleci hatası, daha iyi bir kaleci yemezdi bile o golü, doksanla da alakası yok. Dertler tasalar. Anlatmakla çözülmüyor. Anlatmayınca da çözülmüyor, ama hapşırmak gibi birşey işte dert anlatmak. Peçeteye hapşırmak değil de birisinin ensesine hapşırmak gibi. Muhakkak daha keyiflidir enseye hapşırmak. Dedenin de romatizması var, kahin falan değil.

8 Ekim 2012 Pazartesi

Şofeer

 Kendimi yazmaya zorlayınca yazacak birşeyler buluyorum. Şöyle bir sahne vardır ya hani, daktilonun başında ilham perisinin ziyaretinden mahrum kalmış bir amatör yazar, her kağıda iki üç cümle yazar da beğenmeyip sağa sola atar. Bende olmuyor öyle şeyler, tabi şahaserler de çıkmıyor ortaya ama bir sürü kağıt ziyan etmiyorum, müsriflik zaten.

 Şu anda kendimi yazmaya zorluyorum, doğrudur. Ama farklı bir zorlamak bu. Sadece yapacak birşeyim olmadığı için, yazmaktan keyif aldığım için değil, keyif verici başka şeyler de bulabilirim. Keyif verici maddeler diye bir sınıflandırma vardı, öyle değil, yanlış anlaşılmasın. Gerçi sigara da giriyor muydu o sınıfa? Giriyorduysa eğer yakayım bir tane.

 Şöyle bir zorlamak. Deşarj olma ihtiyacından doğan bir zorlamak. Doldum çünkü. Dolmuş diye birşey var ya, o benim işte. Bir de şoförü vardır ya dolmuşun, Kibariye'nin kocası şoför müydü? Öyleydi herhalde, annesi kızıyordu şoföre.

 Şoförlük boktan bir meslek bence. Ama dur, bir ayrım yapmam lazım. Sürekli aynı güzergahta çalışan şoförlerin işi çok boktan. Ama mesela bir özel şoför ki eğer şoförlük ettiği beyefendi de kafa dengi bir adamsa... Nerede öyle adam? Hem özel şoförü olacak hem de "haydi bugün bilmemnereye gidelim, sür kardeşim" diyecek. Yok. Ama diyelim ki var. İşte o şoförün işi güzel olabilir. Maaşı da iyidir hem, özel şoför bu, beyefendi hayatını emanet ediyor, iyi de maaş verir.

 Şoför sözcüğüne de gıcık oldum şu anda, o kadar çok kullandım ki. Ama birkaç kez daha kullanacağım galiba. Eğer o dolmuş ben isem, dolmuşsam ben, bu dolmuş örneğinden devam edeceksem ve illa ki bir de şoför bulmam gerekiyorsa dolmuşa, kendime, tabii ki beynim olur şoför. Simyacı olsaydı şimdi benim yanımda, Simyacı kitabındaki simyacı işte, hani esas oğlana rehberlik eden öğretmenlik yapan simyacı, şoför kalbin olsun derdi. Boş boş konuşurdu böyle hep. Gerçi ben de pek dolu konuşmuyorum ama. Konuşmam lazım.

 Yolcular. Onlar da dertlerim tasalarım benim. Kafamdaki tilkilerim. Seviyorum bu deyimi, kafada tilkiler dolaşıyormuş da vesaire. Seviyorum bilmem neden. İşte her yer yolcu olmuş, yolcular akraba olmuşlar içeride. Sanki bok var gibi durakta duruyorum ben, boş yer var çünkü orada, arkadaşlar arkaya doğru yürüyelim biraz. Polis çevirmesi görsem de yolcularımdan eğilmelerini rica ederim, öyle de pislik adamım. Ne biçim dolmuşsam ben, uzun yol dolmuşu muyum neyim. İnmiyor hiç bir yolcu. Öyle pişkin pişkin oturuyor ya da dikiliyor. İnin ulan. 

 Bu arada ücretini uzatmayan kalmasın.

24 Eylül 2012 Pazartesi

Salça-Ekmek

 Yüz yirmi gün geçirdim evimde. Yüz yirmi. Sonra Sakarya'daki evime geldim. İki kişilik yatak boyutundaki çekyatımın üzerine elli liralık yatağımı attım, arkama yastıklar battaniyeler dizdim, altıma da bir yastık aldım. Gittim mutfağa çayımı demledim. Geldim oturdum bilgisayarımın başına. Çay sigara. O yüz yirmi gün hiç yaşanmamış gibi oldu.

 Sekiz on saatlik bir yolculuk yapacaksanız eğer. Gece yolculuğunu tercih edin. Ben hep gece giderdim Sakarya'dan İzmir'e ya da tam tersine işte. Bu sefer gündüz gideyim dedim ve dersimi aldım. Aklınızda bulunsun güzel olmuyor.

 Gerçi tüm suç güneşin değil. Sadece perdeyi kapatmak ihtiyacı gündüz yolculuğunun pabucunu dama atmaya yetmez. Trafik. Sıkıntılıdır, ama gündüzcü bir insan şey diyebilir, gece yolculuğu beni yoruyor düzenim şaşıyor ayol... Bu seferki yolculuğumda talihsiz birkaç olay yaşadım, bu talihsizlikler de ilk gündüz yolculuğuma denk gelince. Belki bir şans daha verebilirim güneşe.

 Talihsiz olay dediğim de şey. Birisi ayakkabılarını mı çıkardı ve ayakkabılarının içinde kaçak gübre mi taşıyordu artık neyse, leş gibi kokuttu otobüsü. Molada gitti o kişi, ayaklarını mı yıkadı, yoksa gübre teslimatının yapılacağı nokta o dinlenme tesisi miydi bilmiyorum, devamında olmadı öyle bir koku.

 Bir böcek öldürdüm. Hunharca öldürdüm, olağanca kilomla -son ölçümlere göre altmış beş- ve olağanca momentumumla üzerine zıpladım haşerenin. Spatulayla değil de peçeteyle kazımam gerekti sonra yerden. Bir ceket aldım. Deri ceket. Hiç olmamıştı deri ceketim ve çok yakıştı bana. Bence öyle. Bu ceketin bana göre değeri, etiketinde yazandan çok önümüzdeki on beş gün boyunca salça-ekmek ve alkolsüz bir hayat yaşayacak olmamdır. Salça-ekmek bir hayat. Salça değil aslında, çemen. Baharatlı maharatlı.

 Yüz küsur adet depozitolu şişemi bıraktığım gibi buldum. Saçma tabi, bulamayacak mıydım sanki, ne olacaktı yani hırsız girip depozitolu şişe mi toplayacaktı evden. Bir hayır duası alırdı benden. Kara kara düşünüyorum ne yapsam bunları diye. Bu da saçma tabi, ne yapacağım, götürüp tekel bayiine geri vereceğim. De. Nasıl? Düşünüyorum düşünüyorum. Acaba sokağa bıraksam mı öyle diyorum. Toplayan birileri var bunları. Bu da çok saçma. Salça-ekmek, fakir edebiyatı üzerine...

 Ama şey var. Ülkemizdeki geri dönüşüm oranı, ülkemizden daha gelişmiş bazı ülkelere göre yüksek olabilir. Çünkü bizim fakirliğimiz geri dönüşümümüz. Şişe toplamak diye bir meslek var bizde. Eskici ya da hurdacı diye bir adam var, arada mahalleden geçer. Kağıt toplayan bisikletli var. 

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Bok


 Tuhaf bir yerde yaşıyorum ben. Yaşadığım apartmanı kastediyorum. Bir hafta kadar önce apartmanın zemin katında tuhaf bir sahneye şahit oldum. Bir porsiyon bokun etrafında toplanmış bağrışıp tartışan apartman sakinleri. Kim yapabilir böyle bir pisliği? Bu resmen hepimize hakarettir! Yok yok, bu çoluk çocuğun yapacağı iş değil! Bu son cümleyi kuran teyze bokun ebatlarından varıyor bu sonuca. Ben de aynı fikirdeyim, çocuk boku değil bu, bir porsiyon yetişkin boku, sağlıklı, otuz yaşlarında, hmm sanırım fasulye yemiş...

 Olay apartman yönetimiyle ilgiliymiş sanırım. Yöneticiyle arası pek iyi olmayan bir apartman sakinimiz olmalı imiş, sağlıklı, otuz yaşlarında, bazen fasulye yiyen.

 Apartman yönetimi için böyle büyük eylemler icra edilebilmesi her şeyi daha mantıklı hale getiriyor. Daha büyük yönetimleri, iktidarları ellerinde tutmak isteyen insanlar da birbirlerine bok atıyorlar, onlarınki daha mecazi ama daha pis.

 Sinirli amcalar ve teyzeler durumu analiz etmeye devam ediyorlar, yüksek sesle konuşarak yapıyorlar bu analizi. Yok yok diyor birisi, gelip burada yapamaz bu işi, başka yerde yapmıştır, bir torbaya koyup buraya bırakmıştır. Doğru, mantıklı. Elli dört daire var bu apartmanda, ben diyeyim iki yüz sen de iki yüz elli insan yaşıyor. Birinin sıçma eylemini zemin katta icra etmesi pek mümkün değil, hem "delil"in boyutlarını da düşünürsek, on saniyede halledip kaçmış da olamaz.

 Helal olsun bu eylemciye, adam emek vermiş resmen.

 Dostoyevski bu olaya şahit olsaydı roman yazardı be. Raskolnikov sıçardı apartmana. Sonra suçunu beş yüz sayfa boyunca zekice gizlerdi. 

3 Ağustos 2012 Cuma

Helal Et


 Birsürü bira içmiştim geçenlerde, ama o kadar da çok içmemişim demek ki hatırlıyorum çoğu şeyi, anlatacağım şimdi. Birsürü içtim, eve geleceğim. Ama şey var. Evde son bir bira daha içeyim istiyorum. Kaçamak, annem uyurken onun yanında, ona çaktırmadan. Lise tuvaletinde sigara içmek gibi, daha yasak daha heyecanlı ve daha zevkli.

 Hiç de lise tuvaletinde sigara içmedim ben. Akıllı adamımdır, üniversiteye başlamadan önce hiç sigara içmedim.

 Geçenlerde bir arkadaşla denk geldim sokakta, pek de samimi olmadığım pek de sevmediğim bir arkadaş. Yoldan çevirdi adam beni, hop heyt merto falan, seslendi durdurdu beni. Ayaküstü iki muhabbet ettik. Dedi nasıl gidiyor? Ya dedim, o kadar canım sıkılıyor ki okul açılsın diye gün sayıyorum artık. Ooo dedi, Sakarya'yı bile özlediysen bayağı sıkılmışsın. Ne alakası var be bilader. Ne alakası var yani. Koyduğum sanki  Las Vegas'ta okuyor. Las Vegas'ı da hiç bilmem ama, güzeldir. Eh işte onu diyecektim tam. Güzelmiş çirkinmiş, peh. Ben Sakarya'yı özledim, ama bir şehri özlemek tek başına, salt bir şehri özlemek pek de mümkün değildir. Az mümkündür, istisnası vardır. Ama şehir dediğin hiçbirşeydir. İzmir'i özlerken saat kulesini ya da denizi özlemiş olmuyorum ben. Şimdi de Çark Caddesi ya da Sapanca Gölü gözümde tütmüyor. Bir klişedir, Ayna'nın şarkısı vardı hatta, İstanbul Senmişsin diye. İsmi bu muydu bilmiyorum, böyle bir söz geçiyordu. Bir klişedir işte bu, bir mekanı güzel yapan içindekilerdir diyeyim en kabaca. Evet bu klişenin arkasındayım ve bir de ben dillendireceğim bu klişeyi. Gerçi söyleyeceğim çoğu şeyi de söylemişim ya.

 Söylenmemiş bir söz var mı ki anasını satayım? Daha önce kurulmamış bir cümle kurma ihtimalim nedir? Azdır. Epey az. Eğer klişe denilen şey, herkesin sıkça söylediği şey ise; en az iki kişinin arada bir söylediği şey de ucundan kıyısından klişedir. Bir de benden duyun işte.

 Neyse işte, daha lezzetli bir bira içmekti derdim. Bakkala girdim eve gelmeden önce. Oradan içkilerin bulunduğu dolaba. İçkiler dedimse de biradan başka birşey yok. Bakındım bakındım, kalite birşey alayım dedim. Carlsberg. Aldım yürüdüm kasaya. Kaç para? Bilmiyor adam. Aradı sordu birilerini, carlsberg sözcüğünü doğru telaffuz edemedi hatta, onu bile hatırlıyorum, yok. Kaç para olduğunu bilen yok. Dört lira diye hatırlıyorum dedi. İyi dedim al dört lira. Siyah torbamı aldım çıkıyorum bakkaldan. Döndüm ve "helal et" dedim. Hani dört liradan daha pahalıysa diye. Bu neyin kafasıdır Mert? Adam da baktı bana, bu neyin kafasıdır kardeşim der gibi baktı. Madem helali haramı bu kadar takıyorsun, bilmiyor musun alkolün haram olduğunu be kardeşim der gibi... Allah haram etmiş ben ne yapayım biladerim der gibi baktı. Şakacı seni.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Koltuk Altı Acısı



Kütahya'nın ismini hatırlamadığım bir köyünün gereksiz saçma sapan ücra bir köşesinde, hemen yanımızda dönümlerce kilometrekarelerce buğday tarlaları, hemen kafamızın üzerinde vızıl vızıl öten tehtit eden arılar, karşımızda karaktersiz kara cahil ama zengince adamlar...
 Birisi feci gaza gelmiş. Öylesine kendiliğinden gelmemiş gaza, getirtilmiş. Sanırım arıcılar arasında bir hakaret olmalı bu, sen arıya daha çok şeker verdin! Vay efendim ne biçim konuşuyorsun sen! Ben diyor karaktersiz zengin amca, sizin ikinizin toplamını katlarım ulen. Siz kimsiniz ki hedehödeler! Sen diyor sonra işi gücü gırgır olan bir adama dönüp, sen hiç iki yüz milyarı bir arada gördün mü ha? Milyar diyor da, eski parayla milyar. Tartışıyorlar, sövüyorlar birbirlerine. İşi gücü gırgır olan adam hala gırgırında işin. Öyle olmalı çünkü, onun adı bu, işi gücü gırgır olan adam. Kızdırmaya devam ediyor adamı. En son kafasına kurumuş bir tezek parçası yiyor. Fırlatıyor karaktersiz zengin amca kuru tezeği. Maskesini takıp kovanlara doğru yürümeye başlıyor. O sıralarda benim de kafamda bir arı vızıldamakta. Sesinden anlıyorsun arının niyetini. Sokacak ibnevladı. Tehtit olarak görmüş beni. Kafama dalıyor, kirli paslı saçlarım arasında kayboluyor vızıl vızıl ötüyor, azıcık geç kalırsam kafamdan da sokar, soktu bir kere üç gün başım ağrıdı. Atıyorum elimi kafama arıyı tutup yere fırlatıyorum. Elinde de uzun süre tutamazsın, elinden sokar bu sefer. Yarı sersem yere düşüyor. Basıyorum üzerine, cırk. Şimdi o arı günde on gram bal getirecek olsa. Saçma bir tahmin olabilir, günde getireceği bal on gramın çok üzerinde ya da çok altında olabilir fikrim yok. Bir ayda üç yüz gram bal yapar. Kilonun üçte biri. Altı yedi lira yapar. Dönüp de ver ulen bana yedi lira diyor mu karaktersiz zengin amca? Demiyor, kadınlara düşkün adama kovanlarındaki arının ve balın kalitesini göstermekle meşgul o sıra. 

 Karaktersiz zengin amcanın arılığından ayrılıyoruz. Arılık diyor onlar, arıyı koydukları bölgeye. İşimiz gücümüz var bizim de. Ben ve benden üç yaş küçük kuzenim hariç toplam beş altı adam daha var. Ben kuzenim hariç herkes patron. Herkes emirler yağdırıyor. Birbiriyle çelişen emirler. Birinin ak dediğine biri kara diyor, biz ak olanı yapmakla meşgulken kara fikri savunan kızıyor bize. Tamam ulan diyip kenarı çekilince de boş boş durduğumuz için yiyoruz azarı. Neyse, hele bir bitsin şu yükleme işi, arabada bol bol bira var. 

 Bitiyor en nihayetinde. Bilanço. Bilemiyorum. Maskemin içine girmeyi başaran bir arı koltuk altımdan sokup inim inim inletti beni. Bileklerim çok acıyor, belim büküldü. 

 O zaman bira içelim geçsin acısı. İçiyoruz birayı. Altı saatlik bir yolculuk başlamış durumda. O da, aksilik olmazsa. Oluyor aksilik de oluyor. Mübarek ramazanda içki içerek seyahat edersek müstahaktır zaten bize. Bu bir görüş. Farklı görüşler de var tabi. İki yüz kovan arının yüklendiği sarılıp sarmalandığı kamyon önümüzde biz panelvan tipi bir araçla arkada Kütahya'dan çıkmaya çalışıyoruz. Mümkün mü? Mümkün tabi, mümkün olmasaydı bunları yazamazdım, ölmezdim de, şimdi yazamazdım yani. Yağmur yağmış dolu yağmış. Bir kar eksik bir de tsunami. Şükür deniz yok etrafta. Denizde de olmaz tsunami, okyanus kıyısı olmalı. Neyse. Otuz ton çektiğini tahmin ettikleri kamyon saplanıyor çamura. Hemen yanında aynı yere saplanmış bir tır var. O da çekiyordur kırk elli ton. Herhalde. Biz henüz girmemişiz çamurlu bölgeye. Önce kamyonumuz sıyrılsın bakalım bir. Gireriz elbet. Zorlaya zorlaya çıkıyor kamyonumuz. Yorumlar olumlu, işi gücü gırgır olan adam zıplıyor hemen, kamyoncu onun arkadaşı çünkü, işte diyor, şoförlük farkı, heheyt. Virabismillah dalıyoruz çamura. Saplanmadan çıkıyoruz biz. Ama sanırım Kütahya, ya da Kütahya'nın o sıralar içinde bulunduğumuz bölgesi bataklıklarıyla meşhur. Bir çamur deryası daha. Kamyonumuz cırt diye sıyrılıyor ikincisinden. Biz de cuk diye oturuyoruz çamura. İşi gücü gırgır olan adam, ben ve kuzenim aracın iyice arkasına, arka tekerleklerin üzerine doğru kaykılıyoruz. Bir yerlerden bulunmuş yolunmuş tarhana otları var, üzerine oturuyorum. Mis gibi tarhana kokuyor. Uzunca bir süre uğraşıyoruz da en son çıkıyoruz biz de. Şükürler olsun.

 Böyle tatlı bir yorgunluk var. Biramı bitireyim hele bir. Zaten biz çocuk kontenjanında olduğumuz için son biralarımız bunlar, gerisini büyük abilerimiz içecekler, bitireyim biramı, şöyle tatlı tatlı uyuyayım. Uyuyayım da bir de bu yüklediğimiz arıları indirip dizeyim. 

 Okumak lazım. Devlete sırtını dayamak, sigortalı bir işe girmek vesaire. Kötü fikirler değil 


22 Temmuz 2012 Pazar

Boş Muhabbet


 Kitap okuyabilirim şimdi, uzun değil kısa değil doksan dakikalık bir film izlesem yeter zamanım, gidip birşeyler atıştırabilirim, süt içip uyumaya çalışmak işini tekrar deneyebilirim. Ya da birşeyler yazabilirim. Tercihim ortada sanırım.

 O birşeyler o kadar yoklar ki yazamıyorum. Ya da o kadar çoklar ki neresinden başlasam bilemiyorum.

 En iyisi boş muhabbet yapayım ben, seninle.

 Geçenlerde balığa gittik, bir tane balık tuttum şu kadarcık. Geri bıraktım. Sonra üç tane daha tuttuk, onlar da o kadarcık. Onları da bıraktık. Canım da nasıl balık istiyor biliyor musun? Bilmiyorsun. Şey bak şöyle anlatayım. Benim için eskiden kışın gelmesi eve yaklaştığımda aldığım balık kokusuyla anlaşılırdı. Tabi uzun kolluları falan da giymeye başlardım da. Ne bileyim, eğer o perşembe evimizden bir balık kokusu yükseliyorsa iyice kesinlik kazanırdı kışın geldiği. Neyse yıllar böyle sürdü, haftada bir iki kez balık kesin yedim hep. Sonra Sakarya'ya gittim. Üç sene boyunca bir kere balık yedim onun da porsiyonuna yedi lira bayıldım. O gün de bi' acayipti ha. Halı saha maçı vardı, iki arkadaş maçtan önce gittik balık yedik işte söyledim yedi lira falan. Neyse aradılar bizi maç var diye. Tamam dedik geliriz biz. Biz ki o ekipteki en iyi top oynayan iki insanız. Maç da başkalarıylaymış, yani biz normalde oniki tane tanıdık bulup dostluk maçı yaparız, yapabiliriz. O gün bayağı rekabetli mekabetli ve hatta ucunda baklava börek olmasa da iddialı bir maç yapacakmışız. İki adım koşamadım maç boyunca. Balıklı balıklı geğirdim hep.

 Uykun yokken uyumaya çalışmak, uyumaya mecbur olmak sıkıntılı birşey ya. Ben zaten yattığı gibi uyuyamayan yatakta yarım saat bir saat debelenen bir adamım ve neler neler kurarım o yarım saatte. Şu yazıya başlamadan iki saat önce yatağa girdim. Yatak dediğim de şey, mevsim yaz malum, yere bir tane yorgan attım tam balkon kapısının ağzına, orada uyuyorum. Neyse uzandım yorganın üstüne. Annemden kaptığım bir taktik var. Göze tülbent bağlama. Annnem ayrıca başına da bağlıyor ama bana yakışmaz sanırım. Neyse maksat şey, ışıktan rahatsız olmamak. Avrupa Yakası dizisinde Burhan karakteri takıyordu ya gözüne birşey, onun ev yapımı olanı bizimkisi. Sıkıntı diyordum. Şey ya, neler neler kurdum abi. Gıcık olduğum adamları dövdüm, hem de ne dövmek, brus-li kesildim amınakoyim. Uçan tekmeler atıyorum falan. Sonra alternatif diyaloglar kurdum, kurdum kurdum da kendime laf soktum. Sonra kurgumdaki adama -bana laf sokana- bilendim. Bir de onu dövdüm. Son iki saatimi böyle geçirdim.

 Merak ediyorum. Babam bana niye hala acuç dolusu para veriyor acaba? Ben olsam yeter amınakoyim ben niye bu eşşek kadar herife para veriyorum hala diye bir sorardım kendi kendime. Baba olunca anlarım herhalde.

 Büyüyünce sözcüğü ile başlayan cümleleri kurmak için geç mi kaldım ben? Tuhaf geliyor. Daha da büyümem bundan sonra. Kilo alırım, olgunlaşırım belki yaşlanırım. Ama büyümek yok artık. Değil mi?

 Ben büyüyünce bilgisayar mühendisi olacağım! Olgunlaşınca koca olacağım. Koca olunca kilo alacağım, kilo alınca baba olacağım. Baba olunca çocuk büyüteceğim. O büyüyecek ve ben yaşlanacağım. Belki birgün dede olacağım.

 Şu andan iki saat sonra ben amele olacağım. Arı kovanları taşıyacağım.

 Böyle işte bilader. Biliyorum biliyorum, muhabbetim de hiç çekilmiyor. 

6 Temmuz 2012 Cuma

Tehlikeli Yol

 Ben uyuyacağım artık demişti, lafı ağzımdan almıştı, ben de uyuyacak değildim de gidecektim zaten. Ben de gidiyorum dedim, iyi geceler vesaire. Öyle yanak değdirme merasimi olmaksızın. 
 Bir tanecik bira içmiştim, birşey değil, sonra tam sayamadım ama üç dört bardak olacak -rakı bardağı- ev yapımı şarap içtim onun üstüne. Geçenlerde bir şarap almıştık, neydi adı, unuttum, güzeldi ama, bu o kadar güzel değil. Bir tuhaf şarap, şekerli, sarı renkte limonata gibi birşey. İçiyorsun tatlı tatlı, sarhoş olduğunu anlamıyorsun. 
 Saat kaçtı, dört gibi birşey. Eve dönüş yolunun tehlikelerle dolu olduğunu biliyorum, polisler var, ge-be-te sorgulayanlardan. Sonra köpekler var, gece olduğu için özgüvenleri tavan yapmış, buraların sahibi biziz der gibi havlıyorlar suratına suratına. Yok kaçamazsın, kaçarsan kovalıyor gerizekalılar, sakinliğini koruman gerek, uzak uzak yürüyüp kışkırtmalarına söver gibi havlamalarına aldırmaman gerek. Sonraa. İti var kopuğu var. Hiç denk gelmedim ben o ite kopuğa, sanırım o saatler itlerin ve kopukların ve dahi tinercilerin uyuduğu saatler. Horozlar uyanık olabilirler. Horoz diyip geçme, ya dövüş horozuysa? Altın kemerine beline takmış üstüne üstüne yürürse? Vampirler mesela? Uyumadan önce son bir zıpırlık yapabilirler o saatlerde. Ya da zombiler. Yahu ben zombiden hiç korkmuyorum. Tıngır mıngır yürüyor, kaçsam yakalama ihtimali yok, hadi kaçmadım, alırım ben zombiyi teke tekte. Çok yavaş, çok hantal. Belediye binasını ya da karakolu ya da askerlik şubesini her ne ise işte, havaya uçurmak isteyecek teröristler de tehlikeli olabilir. Ama güzergahımda pek öyle önemli binalar yok, şükrü amcanın tekel bayiisini havaya uçurmak hedefleri değildir muhtemelen. Ama hastane var güzergahımda. Gecenin dördü, yok bir on beş dakika önce telefon gelse ambulanslara, fırlasa ambulans merkezden, ciyak ciyak öterek alsa hastayı sonra ciyak ciyak öterek hastaneye getirse. Ciyak ciyak ötmez ki, sokakta araba yok, niye milleti uyandırsın. Neyse, bir hışımla dönse köşeyi bana çarpsa? Tehlikeli. En iyisi kenardan yürümek. 
 Sarhoş kafa çok çalışıyor. Oradan tutuyor bir hatırayı buradan getiriyor bir bilgiyi harmanlıyor kuruyor kurcalıyor. Kafada dolaşan tilki sayısı kırkın bir hayli üzerinde. 
 Evet bir köpek güruhu bekliyordum, ama bir kilometre kadar ileride olmalıydılar, mekan değiştirmişler. Daha ışıklı daha merkez bir yer seçmişler kendilerine, onlar da haklı eski mekanlarında öyle pek havlanacak adam geçmiyordu önlerinden, burası kavşak gibi birşey. Köşeyi dönmeden iki adım önce -üç olsun beş olsun- eğilip yere bir taş aldım. Minnacık. Daha irisini bulamadım çünkü modern, altyapısıyla asfaltıyla oyuyla buyuyla tam olarak metropol sıfatını hakeden bir yerde oturuyorum ben. Yerlerde taş ne arasın, köy mü bu?
 Hav hav hav. Taşı yuvarladım avcumda, karşı tarafa geçtim. Hala hav hav. Sakin sakin yürümeye devam. Ama kafadaki tilkilere birkaç yenisi eklendi, kaçış planları yapan tilkiler, sivil savunma, ilk yardım gibisinden eğitimler sertifikalar almış bu tilkiler. Şimdi diyor tilki, şu köpek şurdan fırlasa, diğerleri durur mu onlar da fırlasa şu bahçe kapısının üstünde atlarsın koçum.Taş? Taşı s.ktir et, kaçmana bak, milyon tane köpek var. Peki diyorum sonra? Yok abi diyor bende bu kadar, sonra bak başını çaresine. Sakince yürümeye devam. 
 En nihayetinde güvenliğim hoşt diye gürlediğimde köpeklerin kaçma ihtimallerine ki çok düşük bu ihtimal ve de elimdeki minnacık taşa emanet geçtim gittim köpeklerin arasından. 
 Evime geldim sonra. 

Not: Bulacağım başlığa koyayım. 

3 Temmuz 2012 Salı

Beş Çarpı Beş


 Hayat çok şey yazıyor tahtaya, önemli noktaların altını çiziyor, tekdüze bir ses tonuyla konuşmuyor, vurguluyor öğrenilmesi önem arz edenleri özellikle. Öğrenmek isteyene öğretiyor. Öğrenmek de yetmiyor bazen. Öğrenmek tek başına zaten yetmez çoğu zaman. Beş kere beşin yirmibeş olduğunu öğrenmiş, çarpım tablosunu ezberlemiş bir insanevladı, her birinde beş adet kalem bulunan beş öbeğin toplam kalem sayısını öğrenmek için yirmibeşe kadar sayıyorsa, çarpım tablosunu münasip gördüğü herhangi bir yerine sokabilir.

 İşte ben o münasip gördüğü yerine öğrenip de uygulamadığını sokması gereken insanevladıyım. Öğrenemeyen değilim kesinlikle. Ama kıymeti yok. Münasip gördüğüm yerim de koltuk altım olsun. Tavlada yenilince verirler ya adamın koltuk altına tavlayı "öğren de gel" demiş olurlar. Öğreneyim de öyle mi devam edeyim yaşamaya? Çünkü benim problemim çarpım tablosunu uygulayamamak değil. Daha basit belki, birkaç basit kural var uymam gereken, bilmemkaçyüzüncü kez öğrendiğim, deliler gibi pekiştirdiğim. Deneme sınavlarından o konudan çıkan soruları hiç kaçırmam, ama esas sınava girince "kaydırırım" kesin.

 Kaç yıl ömrüm var bilmiyorum, kazık çakmak niyetinde değilim dünyaya, ama daha yaşayasım var. Yaşamaya devam etmek de sınava tekrar ve tekrar girmek demek, problemli olduğum konuda tekrar sınanacağım, kesin gibi birşey. Belki bir sonrakinde kaydırma yapmam. Belki de ömür billah yirmibeşe kadar sayarım beş çarpı beşi bulmak için. 

6 Haziran 2012 Çarşamba

Böö


 İnsanların hakkımda yanılmalarını seviyorum. Ama şöyle. Beni kötü bilsinler, sonra iyi olduğumu anlasınlar. Aksi durum tabii ki hiç hoşuma gitmiyor. 

 Küçüklüğümden beri karanlık bir yere saklanıp yanımdan geçen kardeşimi abimi ... "böö" gibi bir ses çıkartarak korkutmayı/şaşırtmayı sevmişimdir. Şu yaşıma geldim, yirmi yani, hala yapıyorum bazen bu çocukça hareketi. Kendimi engelleyemiyorum. 

 Konudan konuya atlayacağım ve ben sarhoş değilim, gerçekten.

 Böö yapıp da onu bunu korkutmayı hala sevmem, belki de hala biraz çocuk olmamdandır. 

 Oo, ne acılar çektim ben, öyle acılar çektim ki o biçim. Bu şaka. Ama gerçek olan çocukluktan biraz hızlı çıkış yapmam gerekti. Bazen özlüyorum. Büyüyünce anlatırız sana da dedikleri günleri. Çocuklar her şeyi bilmezler cümlesine ifrit kesildiğim günleri. Boyum şu kadarcık daha uzun olsa da parmak uçlarıma çıkmadan aynada yüzümü görebilsem diye hayal kurduğum günleri. Şimdi eğilerek bakıyorum o aynaya. 

 Karanlıkta durmak güzel, kimse seni göremez, sen herkesi görebilirsin. Canın istediğinde de böö diye fırlayabilirsin, birileri elindeki bardağı yere düşürür senden korkup sıçradığı için. 

 Aptallar daha mutludurlar ya hani. Cahiller ya da. Güzel bir söz vardı bu konuda, cahillik mutluluktur gibi birşeydi. Mutluluk mu bilgelik mi diye sorulsa insanlara, yüzde kaçı hangi cevabı verirdi acaba?

 Aptalların en büyük sorunu aptal olduklarının farkında olmamalarıdır belki. Aptal olmadığımı düşünerek kendimi de zan altında bırakıyorum bu cümlemle. Bir acayip oldu, paradoks gibi birşey oldu. Aptal olduğunu bilen adam da aptal değil midir aslında? Ya da aptal olmadığını düşünen insanın aptal olma ihtimali mevcut ve yüksek midir?

 Çok ciddiyim alkol almadım bu gece. Dün içtim, ondan iki gün önce de içtim, yarın da içerim büyük ihtimalle. Yediğim dondurmanın etkisinde miyim bilmiyorum. Birşey vardı o dondurmada.  

Şu yazıyı okuyup da "kafası güzel galiba" haricinde bir sonuç bir mesaj bir zıkkım çıkartabilen insan yeteneklidir, bunu tamamen kendi yeteneğiyle başarmıştır. Ben şimdi balkon camından salona geçip kardeşimin arkasından sessizce yaklaşıp ona böö yapacağım.

18 Mayıs 2012 Cuma

İyi Bir Berber


 Kadınların saçını kesen kişiye kuaför, erkeklerin saçını kesen kişiye berber denir. Erkek kuaförüne berber, kadın berberine de kuaför denilebilir. Kuaförlerin çalıştıkları yere güzellik salonu falan denir. Berberlerin çalıştığı yere dükkan. Bende böyledir bunlar.

 Sait Faik'in bir romanında tam hatırlayamayacağım ama berberlerle ilgili ilginç bir cümle -tespit- vardı. İyi bir berberin düşünme hızıyla makas çırpma hızı doğru orantılıdır diyordu, buna benzer bir cümleydi işte. İyi bir berber derin düşüncelere dalmışsa, kafasında kırk tane tilki dolaşıyorsa makası hızlanırmış,tıkırtıkırtıkır...

 Ben biraz ilave yapmak istiyorum.

 İyi bir berber kafamı sağa sola çevirmez, ensemden bastırmaz, boynumdan çekiştirmez. Ben zaten yirmi yaşında adamım, on-oniki senedir gidip kendi başıma tıraş oluyorum. Yani berber kardeş, sen benim saçımın neresini kesmekte isen ben zaten kafamı ona göre eğiyorum büküyorum, kaptım ben bu işi; senin çekiştirmene hiç gerek yok.

 İyi bir berber dükkanında muhabbet önemlidir. Siyaset konuşulur, hiç bir siyasetçiden memnun olunmaz, istisnasız hepsine küfredilir. Avcılık, at yarışı, futbol müsabakaları -spor değil futbol- başka muhabbet konularıdır.

 Kuaförlerle ilgili yakışıksız yakıştırmalar vardır. Genelde dizilerde, filmlerde, hatta reklamlarda kuaförler narin abilerdir, biraz kadınsı gibi.

 İyi bir berber tam aksine feci erkeksidir. Ama uyması gereken bir başka kural, erkekliğini müşterilerinden uzak tutması gerektiğidir. Daha basit söyleyecek olursak, değdirmez.

 Televizyon varsa eğer, ya "feşın tivi" açıktır ya da at yarışı kanalı. Bu önemli. Yok müzik çalıyorsa arka planda biraz daha karmaşık. İyi bir berber müzik seçimini iyi yapmalıdır. Kuaför salonlarında yabancı pop müzik çalar genelde, "hit şarkılar" çalar. Eh gidiyor o ortama o şarkılar. Berber dükkanında alaturka şarkılar çalmalıdır. Alaturka dedimse, meyhane şarkısı gibi değil, insanın üzerine kabus gibi çöken, suratını lök diye çökerten şarkılardan değil. "Esmerim, güzelim dudi dillim ben yanıyorum ..." diye giden bir şarkı var ya, eski Türk Filmlerinde çalardı genelde, o denkte şarkılar çalınmalıdır.

 İletişim çok önemli. Müşterinin ne istediğini anlamak ve uygulayabilmek. Az önce yazdıklarımın hepsinden daha önemli bu. Mesela iletişimle ilgili bir bölümde lisans veya önlisans derecesinde bir yüksekokul bitirmemiş kişilerin berber dükkanı açması yasaklanarak bu konu çözümlenebilir. 

4 Mayıs 2012 Cuma

Ben


 Yazıp yazıp siliyorum. Şu anda üç tane yazı tamamladım aslında. Üçünün de konusu birbirinden farklı, ama temelde aynı. Ben.

 Ben dünyadaki yedi milyar insanla aynı türdenim. Üç dört milyar insanla hemcinsim. Milyonlarca insanla aynı günde doğmuşum, yüzbinlercesiyle adaşım. Mutant falan değilim. Yani iki kolum iki bacağım var, gözler kulaklar hep aynı. Yine çokmilyon insanla aynı sıradan kahverengi gözler, kalın telli şekil almaz siyah saçlar. Beynim var diğer tüm insanlar gibi. Çook büyük bir kısmı yüzde kaçını kullanabiliyorsa bu organın, ben de o kadarını kullanabiliyorum. Bu kadar çok benzerlik varken farklılık iddia etmek bence büyük bir cesaret işidir.

 Çok fazla insan gibi dizilerin, filmlerin, internetteki komik videoların, çok acayip gollerin, feci kurtarışların, alkolün ve sigaranın, alışkanlıklarımın, tiryakiliklerimin kölesiyim.

 Zengin olmak istiyorum zengin olmayan herkesin istediği gibi. Bazen de yok diyorum, bu kadar basit değil, ayaküstü sistemleri yıkıyorum deviriyorum, yenilerini kuruyorum. Memleket meselelerine beş dakikada çözümler getiriveriyorum, herkesler gibi.

 Güzel bir kadın, beni seven. Mutluluk, aile, etrafta baba baba diye koşturan salaklar. Güzel bir ev, panjur rengi önemli değil, Hızlı bir araba. Saygınlık ve iyi dostluklar. Yatak odamda yatağımın hemen üstünde bir katana duruyor kınında. Dolabımda her zaman bira var. Evime gelen arkadaşlarıma neden kendine bir bira almıyorsun ha diye çemkiriyorum.

 Yüz yıl yaşıyorum, annem babam da yüz yaşına gelince ölüyorlar, biraz kederleniyorum, geçiyor gidiyor. Karımdan önce ölüyorum ve tıpış tıpış cennetin yolunu tutuyorum.

  Fazlasıyla aynıyım ben.

18 Nisan 2012 Çarşamba

Bir Numaralı Teyze


 Aaa, burada da birileri yaşıyormuş, eheh eheh, ben boş sanıyordum. Belirgin bir muhabbet başlatma çabası. En sevimli gülüşümle cevap veriyorum apartman merdivenlerini temizlemekte olan teyzeye. İçeriye dönüyorum, emirler yağdırıyorum. Sen cüzdanımı getir, sen çabuk odana gir kafanı kırarım, sen benimle geliyorsun adamım, yapacak işlerimiz var, saatlerimiz ayarlayalım beyler... Kol saati kullanan kalmadı pek, telefonlarımızı çıkartıp ayarlıyoruz saatlerimizi. 

 Eh, bir su verirsiniz artık eheh eheh. Belirgin mubabbet başlatma çabasının amacı ortaya çıkıyor. Tabi canım, diye cevap veriyorum teyzeye. Mütevazi öğrenci evimizde su alımıyla ilgili küçük bir düzenleme yaptık. Herkes kendisine alıyor suyu, damacana falan yok; odama gidiyorum, beş litrelik suyumu kucaklayıp mutfağa yöneliyorum. Amcoğlu tut şu bardağı. Bir numaralı teyzeyi suluyorum. Doldurayım mı bir tane daha? Doldur diyor, bir tane de arkadaşa. İki numaralı teyzeyi de suluyorum. Ve başlıyor dualar dualar. Geliyor aminler aminler. Uzun ömürler, su gibi aziz olmalar, sınavlarımızda başarılar... Sevimli gülüşümle beraber amin diyorum tekrar. Kaybedecek zaman yok. Dualardan sıyrılıp amcoğluyla birlikte sokağa fırlıyoruz. 

 Yaklaşık on dakika sonra elimizde siyah torbalar, şıngır mıngır öten biralarla geçiyoruz tekrar teyzelerin yanından.  

 Başlıyor beddualar, zıkkım içesiceler, öğrenci değil mi hepsi aynılar. 

 Bardağın dibinde az bira vardı, haram içtiniz eheh eheh. Belirgin bir muhabbet bitirme çabası. 

 O değil de amcoğlu, su vermek çok sevapmış lan. Bira da içiyoruz ya şimdi, fitler mi sence? Bilmem ki. Hayde, en kötü günümüz böyle olsun.  

16 Nisan 2012 Pazartesi

Saat Çok Geç


 Penceremi açtım, sokağa baktım. Çağ bardağımı pencerenin dışına koydum. İçinde rakı var. Baktım öyle. Birkaç araba geçti, geçiyorlar hep.

 Acaba o da şu saatte dışarıya bakıyor mudur? Ben doğuya bakıyorsam batıya, kuzeye bakıyorsam güneye. Kuzeydoğuya bakıyorsam güneybatıya. Benim baktığım açının simetriğiyle bakıyor mudur? Doğru mu oldu bilmiyorum.  Anla işte. Yüzüme bakıyor mudur birkaç yüz kilometre öteden? Evleri barkları ağaçları otları bokları dağları taşları falanları filanları es geçip de yüzümü görüyor mudur onun yüzünü gördüğüm gibi. Sanmıyorum. Uyuyordur. Saat çok geç. 

10 Nisan 2012 Salı

İyi Vurur!


 Tetris yazamadım bari blog yazısı yazayım dedim.

 Uzaktan bir tane atamadım, tüm şutlarım kalecinin üzerine gitti, bari bir blog yazısı yazayım dedim.

 Bayadır yazmıyorum be, yazayım dedim.

 Bundan sonra okuyacaklarınız yukarıdaki üç cümlenin açıklanması şeklinde olacaktır. Yazılarım pek sistemli değildirler, buna denilebilirse sistemli diye, bu seferki öyle olacak.

 Nesneye Dayalı Analiz ve Tasarım isimli derste, Java programla dilini öğrendiğimiz bu derste dönem ödevi olarak tetris oyunu yazmamız gerekiyor. Beş kişilik bir grup tek bir oyun yazacak. Yani aslında tüm sınıfta bir iki kişi yazacak kodları, sonra herkese dağılacak o kodlar, hoca çakmasın diye ufak tefek değişiklikler yapılacak kodda, hoca da çakmayacak. Hepimiz 100 alacağız, evlerimize dağılacağız.

 Dedim ki, o bir iki kişiden biri neden ben olmayayım? Saksı mıyım ben? Değilim bence. Tamam yazamadım da hepi topu iki saat uğraştım henüz. Çok fazla ayrıntıya girmek istemiyorum, teknik mevzular bunlar anlamazsınız da, oluşturduğum kareyi adım adım aşağıya indirebilsem devamını getireceğim. Yani birdenbire en aşağıya geliyor şekil. Olmaz, zorluk derecesi çok yüksek. O noktada tıkandım. Timer kullanarak çözebilirim belki. Belki. Ama onu da kullanamıyorum doğru dürüst. C#'ta herşey ne kadar güzeldi.

 Halı saha mevzusu. Ya maç yaptık işte, yenildik de anasını satayım, yenilsek umrumda olmuyor benim pek, şöyle uzaktan güzel bir gol takayım da, bir sonraki maça kadar "benim gol nasıldı ama" diye onun bunun kafasını şişirebileyim istiyorum. Derdim tasam bu.

 Gerçi uzaktan takamadım ama babamın bana anlattığı "futbol hikayelerinden" bir tane kazandım bugün. Babam anlatırdı, şut çekerek adamı yere düşürmüş. Harbiden çok sert şut çekerdi babam benim, göt göbek yapmadan iyice yaşlanmadan önce ve ne yazık ki ben daha küçücükken babamın halı saha maçlarını izlemeye giderdim, mermi gibi vururdu, koca koca adamlar o şut çekerken önünden çekilirlerdi. E sabıkalı tabi adam, şut çekerek birisini yıkmış. Ben de bugün birisinin gözünü morarttım. Şut çekerek. Talihine bahtına sokayım Salih. Top bu, kocaman, nasıl oldu da gözüne geldi, hadi geldi nasıl morardı o göz. Bir önceki maçta da koluna bir hasar vermiştim aynı çocuğun, çok yakın mesafeden çok sert vurmuştum, uzatma işte o eli oraya, bırak girsin, sen mi kurtaracaksın memleketi, ama yok uzatıyor elini, sonra Mert suçlu. Neyse.

 Bayadır yazmıyorum. Hemen hemen tüm yazılarımda geçen bir cümledir herhalde bu. Bayadır yazmıyorum. Neyi bekliyorum yazmak için, ampul mü? Kafada yananlardan. Sevmem ben ampul. Floresan  bekliyorum. Ya da ne bekleyebilir ki bu yazdıklarımı okuyan üç beş arkadaş. Heytobemastam'daki son yazıyı okudum ve hayata bakışım değişti diyen var mı? Yok mınakoyim ne alaka.

 Ama yazma konusundaki tavrım okuma konusundaki tavrıma benziyor. Andırıyor azıcık. Ben iki üç ay boyunca, bazen daha da uzun süre bir tane kitap okumam. Sonra bir tane kitap okurum ardı arkası kesilmez, bir iki ay sürekli okurum. Sonra yine hiç okumadan aylar geçiririm. Yazarken de öyle. Bazı aylar üç günde bir yazı yazıyorum bazen ayda bir. Şu anda çok fazla yazı yazdığım döneme girdiğimi hissediyorum, çünkü bu saçma sapan kimsenin "hayata bakışını değiştirmeyen" "kafasında şimşekler çaktırmayan" yazıyı bile düşünmeden yayınlayacağım. Ama sadece bir his bu. Belki de nisan ayının ilk ve son yazısını yazıyorum. O tek sıkımlık barutumu da yine bu yazıya harcıyorum belki. Bekleyip göreceğiz.

Düzenleme: Başlık bulmakta hep sıkıntı çekiyorum. Hep. Al sana alakasız başlık. Lisede ve daha önceki öğrenim hayatımızda vardı ya öyle sorular, yukarıdaki metne verilebilecek en uygun başlık nedir. Bu değildir. Biliyorum.

28 Mart 2012 Çarşamba

Garanti


 İnsanoğlunun garantisi yok. Yani yeni doğmuş bir bebeğin kıçına bir etiket yapıştırıp "ilk 20 yıl sorun çıkarırsa beleşe tamir ederiz bunu" diyemiyor doktorlar. Dolayısıyla "en az 20 sene yaşar bu da" diyememiş oluyorlar.

 Benzer bir garanti olayı hiçbir canlıda yok tabii. Belki ağaçlarda. Kullanıcı hatası yapılmazsa -bazı türler- yüzyıllarca yaşar. Bu garantidir.

 Biraz daha mekanik canlılar olsaydık. Daha inorganik mi desem. Karbonumuz eksik olsaydı az biraz. Bir garanti belgesi verilseydi ailelerimize, ailelerimiz de büluğ çağına girdiğimizde bize teslim etseydi garantimizi.

 Sinirli bir anımda bilgisayarımın klavyesinden söktüğüm tuşların yenilerini taktıkları gibi, çürümüş dişlerimin yenilerini taksalar. Bilgisayarın fanı sigara dumanından etkileniyormuş diye duydum, bilgisayarın fanının temizlendiği gibi akciğerlerimi bir temizleseler. Her iki diz kapağımda sorun var, açıp kapatırken çok acıyor. Yerlerine sıfır diz kapağı koysalar. Yerine daha hızlı işlem yapma özelliği olan bir beyin takmadan önce "hatıralarımı yedekledim mi?" diye sorsalar bana bir. "Yok yedeklemedim" desem. "Ee, ne yapalım, değiştirelim mi?" deseler. Değiştirin anasını satayım. 

13 Mart 2012 Salı

Kitaplara Veda


 Tekrar Yüzüklerin Efendisi izleyerek uyudum. Uyandım bir sürü şey yaptım, hiç biri hatırlanmaya yazmaya değmez. Sonra Memento isminde bir film izledim. Sonra yine yazmaya değmez bir sürü şey yaptım. Sonra üç arkadaş oturup 3 Idiots isimli bir film izledik.

 Bilgisayarım garantiden geldi. Belli. Ama ses çıkartmaya korktum bilmem neden. Sanki blogum milyonlarca kişi tarafından takip ediliyormuş ya da twitter "fenomeni" olup çıkmışım ben de insanlar aç gibi benim yazacaklarımı bekliyor. Yok öyle birşey tabi ama çıkartmadım işte sesimi.

 Ney devri desek. Lale? Olur gibi. Zevk-ü sefa yaşayacağım. Film izlerim kesmezse dizi izlerim ki bir tane diziye başladım, ondan sonracığıma rakı içerim şarap içerim sallanırım, kendi bilgisayarımdan açtığım canımın istediği şarkıları dinleyerek içerim rakıyı şarabı, odama gömülürüm belki yine kendi bilgisayarımla bir Rome Total War bitiririm dünyayı fethederim, saatlerce uyurum kendi bilgisayarımda açtığım Yüzüklerin Efendisi eşliğinde. Hayat bana güzel.

 Faydalı birşey yapanı da Sakarya Meyda'nında şeyapsınlar. 

19 Şubat 2012 Pazar

Bir Alkoliğin Anıları

Toz olmaktansa kül olmayı yeğlerdim!
Kıvılcımımın çakmasını isterdim parlak bir ışıkta.
Boğulmasındansa bir kerestenin çürük oyuğunda.
Muhteşem bir göktaşı olmak isterdim,
Varlığımın her zerresinin
Görkemli bir ışıltıda olmasını, uykulu ve
                                  hareketsiz bir gezegendense.
İnsanın işlevi yaşamaktır, sadece var olmak değil.
Harcamayacağım günlerimi onları uzatmaya
                                                        çabalayarak
Kullanacağım her anını zamanımın.

 Bu dizeler Jack London'a ait, sanırım. Şu anda okumakta olduğum Jack London kitabının girişinde yazıyor bu şiir, devamında da bir takım açıklamalar var. Şiirin Jack London'a ait olup olmadığı net değil ancak çıkış noktasının yani ilk dizenin London'a ait olduğu kesin.

 Beğendim bu şiiri.

 Ufak bir ara vereceğim sanırım bloga. Farkedilmeyecek aslında; ardışık iki yazım arasında bazen bir ay süre oluyor. Bilgisayarımı garantiye göndereceğim ve ne zaman geri alabilirim bilmiyorum. Hüzünlüyüm.

8 Şubat 2012 Çarşamba

Projektörle Tavşan Avı


 İşim vardı gücüm vardı. Yokuş tırmanıyordum. Yokuşları hep hızlı tırmanırım, hızlı hızlı tırmanıyordum. Annemden duyduğum bir hikaye vardı. O da dedemden duymuş. Şapkalı dedemden. Net hatırlayamıyorum o hikayeyi, ama tavşanla ilgiliydi; akli dengesi yerinde olmayan bir tavşan, kendisi yakalayıp yemek isteyen bir hayvandan kaçarken yokuş yukarı tüm gücüyle tırmanan, yokuşun sonunda da yorulup kendini küt diye yere bırakan bir tavşan.

 İlginç hayvanlar şu tavşanlar. Avcılıkla ilgilenen birkaç arkadaşımdan duyduğum ve muhtemelen herkes tarafından bilinen meşhur tavşan avı hikayesi var bir de. Işığı gözüne tutuyorsun, böyle saplanıp kalıyor olduğu yere... Tabii benim sportmen avcı arkadaşlarım bunu hiç tasvip etmiyorlar, yapanları da -neydi o- bohçacılıkla suçluyorlar, ağır kınıyorlardı.

 Hızlı hızlı tırmanırken sigara da içiyordum. Şapkalı dedemin sigaraları geldi aklıma. O öldükten sonra, net söyleyemeyeceğim ama, çok kısa bir süre sonra akrabalar tarafından içilen sigaralar. Sigarayı bıraktığında hala yarı dolu bir paket sigarası varmış dedemin. İşin sırrını çözmüş. Dedeler hep bilge olurlar. Bu paket bitsin, ondan sonra bırakırım sigarayı deseymiş, daha çook yıllar sigara içermiş; çözmüş bunu. Bu paketin bitmesine hacet yok, bırakıyorum demiş. Öyle demiştir herhalde.

 Hızlı hızlı yokuş tırmanıp, sigara içip, dedemin sigaralarını düşünüp, eve döndüğümde sıcak suyum hazır olsun diye su ısıtıcı açık bırakmış olmamın herhangi bir felakete yol açıp açmayacağını düşünürken, yağmurdan korunmak için montumun kapşonunu takmış halimle nasıl göründüğümü merak ederken birisi yanaştı yanıma. Benden daha hızlı tırmanıyordu yokuşu, yanıma yaklaştıkça da yavaşlıyor, hızlarımızı dengeliyordu.

 Artık yan yana yürür yan yana tırmanır olmuştuk. Rahatsız oldum doğal olarak. Yavaşladım, yavaşladı, hızlandım hızlandı. Çizgi filmlerde aynadaki görüntü taklidi yapıp düşmanından kurtulmaya çalışan karakterler vardır ya, öyle bir sahne yaşıyordum resmen.

 Şuralarda bir tane apartmanım var. Babadan kalma. İşsiz güçsüz adamım ben normalde bir halta yaramam da, kira geliriyle paşa gibi yaşıyorum. Küçük kızımı evlendireceğim yazın. Büyük kızım da hamile, iki ay sonra doğum yapacak, toruna torbaya karışıyorum artık, he he. Geçen gün büyük kızım evime geldi gecenin bir yarısı, hamile haliyle. Kavga etmişler kocasıyla. Hamile kızın kalbini kırmış deyyus. Bir hışımla çıktım evden, gittim damadın evine, dedim böyle böyle! Bu kızı üzmeyeceksin! Neyse bir kaç güne barıştılar. A, ne oldu? Ben kötü oldum şimdi. Töbe estağfirullah. Boşuna dememişler karı koca arasına girilmez diye. Ama ben de babayım, ne yapayım?

 Ben amcanın dertlerini dinlerken, aynı az önce amcanın yaptığı hamlelerle, aynı stratejiyle birisi daha yaklaşıyordu, yanıma, yanımıza.

 Askerden kaçtım birader ben.

 Nasıl?

 Ya, çarşı iznindeyim şimdi de, dönmeyeceğim geriye. Bana ters. Bu kadar zora gelemiyorum ben, el bebek gül bebek yetiştirdi benim annemler. Her sabah kalk erkenden koştur bilmeneyap. Tamam koşayım koşayım birader de... Çavuş da yavşak zaten. Çavuş taktı bana. Beni başka yere göndersinler askere, memlekete göndersinler yapayım.

 Beni hiç de alakadar etmeyen bu duruma mecburiyetten de olsa bir yorum yapacaktım, bir tavsiyede bulunacaktım askerden kaçmış gence ki kızı doğum yapacak olan amca araya girdi.

 Olur mu öyle şey evladım! Bak, başa gelen çekilir. Hem bi' tek sen mi askerlik yapıyorsun? Bir tek sen mi gurbettesin? Bak sor bu gence, öğrencidir kesin, gurbettedir kesinkes. Ben memleketimde okurum yoksa okumam diyor mu? Paşa paşa okuyor okulunu.

 Durum pek de öyle değil, ama müdahele etmedim kızı doğum yapacak olan amcaya, başımla onayladım söylediklerini.

 Bu arada bir polis katıldı gurubumuza, söylememe gerek yok, aynı taktikler, aynı hamleler, hızlanıp yavaşlamalar...

 Amca haklı genç. Bak ben polisim. Bu söylediklerini duymamış olayım. İznin bitti mi dooğru bölüğüne.

 Küçük esnaf bir teyze söze karıştı. Memur bey diye seslendi önce.

 Sabah, daha on dakika önce dükkanı açacağım diye vardım dükkanıma, baktım cam çerçeve inmiş. İçerde ne var ne yok didiklenmiş. Allahtan çok para bırakmamıştım içeride ama mahvetmişler her yeri. Nasıl yapsam bilemedim şimdi. Sizi gördüm bir sorayım dedim.

 Teyzecim, bana niye soruyorsun önce karakola gitsene?
 Bi' kere ben teyze değilim, hem altı üstü sorduk ayol, niye patlıyorsun hemen. Ayrıca sen ne yapıyorsun böyle. Görev başında olman gerekmiyor mu, karakol da ya da başka bir yerde ay nebiliyim işte ben?
 Bak şimdi abla, bu çocuk asker, çarşı iznine çıkmış ama geri dönmeyeceğim diyor, kaçacağım askerden diyor. Ben de bir büyüğü olarak naçiz tavsiyelerde bulunuyorum kendisine.
 A be evladım neden öyle şeyler söylüyorsun sen? Ne demekmiş o, askerden kaçmak?
 Ben de dedim kızım ben de uyardım, yapma evladım dedim, dinler o söz dinler.
 Senin derdin nedir amca?
 Geçenlerde büyük kızım hamile benim de, gecenin bir yarısı...

 Kızı doğum yapacak olan amcanın hikayesinin "deyyus kısmında" tam o deyyus demeden diyemeden ben yaşlarda ama erkek gibi giyinen, erkek gibi yürüyen bir kız girdi araya.

 Vay deyyuus!

 Hah. Ağzına sağlık kızım! Sonra işte ben kötü oldum. Diye bitirdi kızı doğum yapacak amca hikayesini. Bu sefer daha ayrıntılı anlatmıştı, kavga sebeplerini, kavganın gelişimini ve tabii ki tüm bunları tek taraftan, kızından öğrendiği gibi ve hatta azıcık da kendisi ekleyerek anlatmıştı bu sefer. Gurup çok kızgındı damada.

 Ne illet adammış o öyle! Diye çıkıştı teyze olduğunu kabul etmeyen abla. Polis araya girdi, çocuk olmayacak olsa neyse de, iki aya çocukları da olacak, işleri zor. Kızı doğum yapacak amca cevap verdi, doğru diyorsun oğlum, doğru diyorsun.

 Bu sırada askerden kaçan genç, erkek gibi giyinen kızla konuşmaya çalışıyordu, çaktırmadan yaptığını sanarak, ayan beyan kıza asılıyordu.

 Ufak bir çocuk koştura koştura katıldı gurubumuza. Aramızdan özellikle birisini seçerek değil, hepimize hitaben, ayakkabılarımın bağcığını bağlayamıyorum, biriniz bağlayabilir mi? Diye sordu. Herkes durdu. Bir ben yürümeye devam ettim ama ben de kopamıyordum artık gurubumdan, iki adım sonra ben de durdum. Kızı doğum yapacak olan amca çömeşti yere, çocuğun bağcıklarını bağladı, yaşlı amcaların yaptığı el şakalarından yaptı bir tane, ve artık küçük çocuk da gurubumuza katılmıştı.

 Sınıfta bir kız var. Böyle bana bakıp bakıp gülüyor bazen. Önümüzde de sevgililer günü var ya. Ne hediye alsam diye düşünüyorum.
 Vay eşşek sıpası seni. Bu yaşta çapkınlığa mı başladın len?
 Deme öyle amcası utandı bak.
 Len kerata. Neler neler biliyorsun sen, sevgililer günü falan.
 Üstüne gitmeyin çocuğun ayol. Bere al bir tane çocum. Böyle ponponlu bir bere al. Sen dinle şu ablanı bere al bak kesin beğenir.
 Tamam teyze.
 Ya da alma. Boşuna masraf etme. Gel benim dükkandan sana iki top yün vereyim, annen örsün onu.
 Olur teyze. Teşekkürler.

 Bağcığını bağlayamayan çocukla dükkanı soyulan küçük esnaf teyze beraberce tuhafiye dükkanının yolunu tuttular. Polis ile kızı doğum yapacak olan amca, şurada bir kahvede oturalım da iki çay içelim, kararı aldılar. Askerden kaçmayı düşünen gençle erkek gibi giyinen kız ise, gidip bir kafede oturmaya karar verdiler. Açıkçası beklemiyordum askerden kaçmayı düşünen gençten böyle bir başarıyı, on dakikada kızı tavlayabilmesine şaşırdım, hem olaya da fazla direkt girmişti, ne bileyim yapamaz gibi geliyordu ama. Helal olsun.

 Artık yokuş tırmanmayı bitirmiştim, yokuş iniyordum. Çabalarımın ödülünü almak gibi. Ama değil gibi. Yokuş aşağıya inmek de yorucu aslında, aşağıya doğru top gibi yuvarlanmamak için de çaba harcaman gerekiyor. O aptal tavşan yokuş aşağı inerken o kadar yorulmazdı ama, yokuş bitince yan gelip küt diye devrilmezdi. Şapkalı dedem geliyor tekrar aklıma.

 Şapkalı dedemi düşünürken adım sesleri duyuyorum arkamdan. Benden hızlı yürüyor, yaklaşıyor. Gözüne ışık vurdurulan tavşan gibi saplanıp kalıyorum olduğum yere. O da saplanıp kalıyor, adım sesleri bitti. Yere eğilip bir taş kapıyorum, fırlatacağımdan değil de köpeklere karşı işe yarıyor hep. Arkamı dönüp fırlatır gibi yapıyorum, kaçıp gidiyor.


5 Şubat 2012 Pazar

Kuzeye Giderken


 Sağda. Güneş yükseliyordu.

 Kar kalınlığı artıyordu.

 Yanımdaki koltuktaki kızlar daha bir yayılıyorlar, daha bir derin uykuya dalıyorlardı.

 Kestane şekerim yenilmek için Bursa'ya varmamı bekliyordu.

 Önümdeki kadın koltuğunu daha da bir burnumu dayıyordu. Yanında oturan oğluşu da "Bekçiler Kralı" izliyordu.

 Robert Jordan "siz gidin" diyordu. Sadece bir dakika Maria ile konuşmak istiyorum, ama söz alıyordu Pilar'la Pablo'dan "bir dakika sonra gelip onu götüreceksiniz, gitmek istemeyecektir, götüreceksiniz" diyordu.

 "Git guapa" diyordu.

 Shrek, Yakışıklı Prens'i bir kez daha alt ediyordu.

 Bir İzmir-Sakarya yolculuğu daha tamamlanıyordu, sonraki seyahatlerimizde de Vib turizmi tercih mi etsekti ki? Kaliteli bilmemneyin hedehöde adresi Vib Turizm.

 Muavin bavulumu veriyordu.

 Servis aracı bir türlü kalkmak bilmiyordu.

 Telefonum bulunamıyordu.

 Robert Jordan ölüyordu. Shrek sonsuza dek mutlu yaşıyordu. Otobüsteki servis elemanı bir güzel uyku çekiyordu. Yanımdaki kızlar da öyle. Önümdeki teyze ve Bekçiker Kralı izleyen oğluşu kahvaltı ediyorlardı, bir akrabalarının evinde. Bense kampüse tırmanıyordum.

 Bölüm sekreteri beni mütemadiyen azarlıyordu. Öğrenci İşleri'ndeki kadın da öyle. Henüz güneydeyken bir acemilik çökmüştü üzerime, kapıların nasıl açıldığını nasıl kapatıldığını unutmuş gibiydim, salak gibiydim; buğulanan camını silmem için öne oturmamı kendine has üslubuyla benden rica eden dolmuş şoförü de azarlamıştı beni. Muhtemelen ben dolmuştan indikten sonra da küfretmişti bana.

 Bölüm başkanımız koştura koştura Cuma'ya gidiyordu. Bir imza istiyordum ben sadece. Bağırmaya cesaretim yok, hiç olmadı.

 Derdimden haberdar asistan hoca sesleniyordu bölüm başkanımızın ardından. Hocaam! Bir imza lazım arkadaşa, mazeretli ders seçimi için.

 Kalemin var mı diye soruyordu. Alel acele imzasını atıp kaçıyordu.

 Tanıdık bir manzara beni karşılıyordu. Bomboştan hallice bir oda. Son sayıma göre kırkdört adet depozitolu bira şişesi, bir büyük bir ortanca rakı bir ufak votka şişesi. Yanlarına bir de litrelik rakı almalı, daltonlar gibi dizmeliyim onları.


 Yeniden Anadolu alıyordum; eh tatil bitti, yok artık Winston. Yeniden ezine peyniri ve en pahalısından beş liralık zeytin alıyordum; sigaramdan kısarım ama en kaliteli zeytini peyniri yerim. Bir kez daha gazete alıyordum okumayacağımı bile bile, üç liralık da ıspanaklı börek.


29 Ocak 2012 Pazar

Akılsız Başın Cezası


 Akılsız başın cezasını ayaklar çeker. Derdim annem, ben küçükken, bakkala gönderildiğimde ve birşeyleri eksik alıp geldiğimde. "Haydi bakalım, git bir tane de ayçiçek yağı al şimdi, akılsız başın cezasını ayaklar çeker" derdi. Öflesem de pöflesem de gider alırdım.

 Bunu öğrendim ben.

 Ama anlayamadığım birşey var. Bana ait olmayan bir akılsız başın cezasını da bazen bana ait olan ayaklar çekiyor. Az sonra anlatacağım olayda iki tane baş var, iki tane de ayak var. Başlardan birisi, ayakların her ikisi de bana ait.

 Daha yeni gelmiştim tatile. Ayın onbeşi oldu, gittim babamdan paramı aldım. Babam bir de kredi kartı uzattı bana. "İçinde yedi yüz elli lira var, git çek, elli lira daha vereyim harcını yatır" dedi. Ne gerek vardı? Daha çook zaman vardı. Yatırırdım bir ara.

 Geçenlerde tekrar gittim babama, bahsi geçen kartı aldım babamdan. Bir elli lira daha aldım konuştuğumuz gibi. Saat üç gibiydi. Ya dedim, bunun yarını da var, son günü ama olsun, yarını da var, yarın halledeyim, şimdi oturayım şuracığa, babamın ev yapımı şarabından çekeyim birkaç yudum; muhabbete ortak olayım birkaç kelam. Hiç canım istemiyordu dışarıya çıkmayı. Hem daha dün halı sahadaydım, gök yarılmıştı daha dün, sıçan gibi ıslanmıştım daha dün, eve kendimi zor atmış hasta olmamak için binbir kocakarı ilacına başvurmuştum bir gece önce. Hafif kırık gibiydi vücudum, otureydim şuracığa be. Yok, olmazdı. Son güne bırakmamalıydım, hem yarın kesinkes daha kalabalık olurdu banka, haydi bakalımdı yürü bakalımdı.

 Yürüdüm bakalım. Perşembe günü. Buranın pazarı. Ve belediyemiz de artık gelenekselleşmiş, "şuraları kazsak da bir boru mu döşesek, vay efendim var olan boruları çıkartıp daha sağlamını mı döşesek, acep buradan tarihi eser gibisinden birşeyler çıkartır mıyız ki, petrol mü bulsak la" günlerinden birisini yaşamaktaydı, her yer çamur ve insandı. Ne kadar sigara içtim, ne kadar küfrettim, bilmiyorum. Ama sayıları birbirlerine ve büyük sayılara çok yakındır. Vardım İş Bankası'na. Bankamatiğe soktum kartı, şifre, tamam, istediğim tutarı giriyorum, oldu. Yok, olmadı. Şifren yanlış diyor. Ben vazgeçmiyor üç kez üst üste deniyorum ve bankamatikten azar işitiyorum. Şifre deneme limitini aştın koçum diyor. Babamı arıyorum, şifrenin doğruluğunu onaylattırıyorum, bir de tavsiye alıyorum kendisinden : Bankanın içine gir yüz yüze hallet işi.

 Uyuyorum baba tavsiyesine. Şükür yarım yamalak uyuyorum. Gişe numaramı aldıktan, birkaç dakika sap sap dikilip, yere sabitlenmiş sandığım dayanak olabileceğini sandığım bir tahta parçasını sırtımla iktirip, düşmeden toparlanıp feci utandıktan sonra kapının önündeki danışman gibi duran abiye gidiyorum.

 Gayet düzgün bir İstanbul Türkçesi ile dedimi anlatmaya başlıyorum ki abi lafımı kesiyor. "Yalnız o elinizdeki Akbank kartı, Akbank'a giderseniz daha çok yardımcı olabilirler".

 Tekrar arıyorum babamı. Düşüyor jeton. Aaa diyor, ben yanlış kartı verdim sana, gel doğrusunu vereyim. Hani sen uyumaya çalışırsın da yanındaki uyumamış muzip akraba kulağını gıdıklar da zırt pırt uyandırır ya seni.  Aynen öyle. Hani bağlasalar seni bir sandalyeye, göz kapaklarını bantlasalar da televizyonda evlenme programlarına çıkıp yurdumun nadide bir yöresine ait nadide bir türküyü söylemeye çalışan adamları izletseler sana, dinletseler. Aynen öyle.

 Ayaklarım babamın akılsız başının cezasını çekmeye başladı o anda. Söve saya döndüm eve. Doğru kartı aldım. Tekrar gittim bankaya, çektim parayı, diğer bankaya girip yatırdım. Sonra tekrar döndüm eve.

 Hallettin mi oğlum, diye sordu. Hallettim babacım, çünkü doğru kart olunca ben halledebiliyorum aslında dedim. Güldü, yanındaki arkadaşlarına dönüp sağlam soktu dedi, onlar da güldüler, ben de güldüm. Bir kaç bira ısmarladı bana. Çok sinirlenmiştim de, önemsiz şimdi.

 Ama hikayem burada sona ermiyor. Harcı da yatırdıktan sonra artık ders seçimi yapabilirdim, ben öyle sanıyordum. Yapamadım. Harç yatırmanın son günü 27si iken ders seçiminin son günü 25i, ve harcı yatırmadan ders seçimi yapamıyorsun. Yani bu saçma sapan sistemde aslında harcın son günü 25i oluyor. Daha geç yatırırsan, benim yaptığım gibi, ders seçemiyorsun.

 Hikayenin bu ikinci kısmındaki akılsız baş bana ait. Cezayı çekecek olan ayaklar da bana ait olacaklar. Sakarya'ya bir hafta geç gitmeyi planlıyordum, en geç 3 şubatta orada olmam ve dilekçe vermem gerekiyor, bu dönem ders görebilmek için.

 Bu hikayeden çıkarmamız gereken ders, zaten ilk cümlede okuyucunun gözüne sokulmuştur. Ve hatta bu yazıya verilebilecek en uygun  başlık da O'dur. Ha bir de şu olabilir : Bu devirde insan babasına güvenemiyor yahu! Bir başka alternatif de şudur bence : Bugünün işini yarına bırakma. Bir başka açıdan yaklaşıp "her işte bir hayır vardır, belki de Sakarya'ya erken gitmem gerekiyordur" da diyebilirim. Minnacık bir ihtimale bel bağlayarak, şunu da söylemek istiyorum: Eğer o gün pazarda karşıma çıktıysanız, üzerime üzerime yürüdüyseniz ben de sizi iktirip kaktırdıysam, özür dilerim. Aslında öyle bir insan değilimdir. 

7 Ocak 2012 Cumartesi

Leblebi


-Babacığım şimdi şöyle oluyor, dört tane dersten kaldım, bir tanesinden de DD ile geçtim, ikiyle geçmek gibi birşey yani.
-Yani?
-Yani şey. Ortalamam biraz düşük, şimdi yalan olmasın, düşük. Velev ki ortalamam yüksek, neden sınıfı geçmeyeyim ki zaten?
-Sadede gel.
-Şey işte, sene tekrarı yapmam gerekebilir. Gerekiyor gibi. Ya baba ben sınıfta kaldım be.
-Sağlık olsun oğlum, senin s.kin sağolsun oğlum benim.
-Adamsın.

 Hayal kurmak güzel şey.

 Sene tekrarı yapacak olmamı muhtemelen bu kadar da nazik karşılamayacak olan adamdan, babamdan daha iki gün önce para isteyişim geliyor aklıma. Ezile büzüle "Babacığım durumun varsa, şey yani ben paramı yetiremedim de yine ..."

 Babam net konuştu : Kaç para? Şu "kaç para" sorusu bir tuhaf. Yani altından ne çıkacağını bilemiyorsun; "kaç paraysa verelim" de çıkabilir, "yine mi para istiyorsun" da çıkabilir. Ve hatta "sen beni sırf para istemek için arıyorsun beni baba değil bankamatik gibi görüyorsun hayırsız evlat!" bile çıkabilir.

 Ezile büzüle devam ettim. "Şey, öyle büyük bir para değil, bitti param şimdi, ayın yedisine çıkartacak kadar bir yirmi lira yeter."

 İşte altından ne çıkar bilemiyorsun o sorunun. "Amaaan o da para mı, yirmi lira senin köpeğin olsun, ben o parayı g.tümle veririm, ahahayt yirmi de neymiş" gibi bir tavırla kabul etti babam, yirmi lira talebimi.

 Ertesi gün aradım babamı tekrar.

-Baba benim yirmilik ne oldu?
-Ne yirmiliği?!

 Aklıma bir an için paralel evren teorileri, babamın yerine geçen uzaylılar, üçharflilerin benimle d.şak geçmesi gibi senaryolar geldiyse de jeton çabuk düştü. Bir gün önce "sarhoş babamla" konuşmuştum, o anda da "ayık babamla" konuşmaktaydım. Tekrar ezildim, tekrar büzüldüm, tekrar ettim yirmi lira talebimi. Kendileri de -büyük insan- bir gece öncekine yakın bir tavır takınarak talebimi kabul edip bana yirmi lira arz ettiler.

 Bir paket kısa anadolu, bir adet çakmak, bir adet de gofret -çokonat- aldım. Gofretimi yedim yürürken. Pakedimi açtım, çöpünü çaktırmadan sokağa attm, yeni çakmağımı çakıp rüzgara sırtımı dönüp bir sigara yaktım.

 İki bira almak için tekele girdim sonra. Tekelci telefonla konuşuyordu. Aldım iki biramı, "kaç para" diye sordum. "Hayatımlı" "mayatımlı" birşeyler söyledi önce, bana değil telefondakine, sonra da "alsdlf soeofm" dedi. "Ney?" dedim. Sinirlendi tekelci abi -gıcık insan. Telefonu tutmakla meşgul olmayan diğer eliyle hesap makinesine uzandı, "LEBLEBİ" yazdı. "Ney?" dedim. Telefonu tutmayan el ile "ay pardon yanlış oldu" işareti yaptı. "Hayatım" dedi. Sonra tekrar hesap makinesine gitti telefon tutmayan el. "6.80" yazdı, bana döndürdü. Cüzdanımda iç içe duran üç adet beşlikten en içtekini çıkartmak için çabaladım biraz, başardım, cüzdanımı cebime geri koydum; elimi montumun sol cebine atıp yol boyunca şıngırdayıp başımın ağrımasına sebep olan bozuk para güruhunu yığdım masaya. "Beş, beşbuçuk, beşyetmişbeş, beşseksen, iyi akşamlar" dedim. "Tamam hayatım" dedi.

 Girdim eve. Biralarımı dolaba koyacaktım ki Burak'ın sesiyle irkildim. Biraz da görünüşüyle. "Ulan üç kuruş para buldun hemen bira aldın de mi, körolasıca!" diye çıkıştı bana Burak. "Körolasıca" hakaretini feminen bulduğumdan olacak "sus kadınn" diye kükredim Burak'a. "Ne diyorsun .mına koyim" diye ciyakladı o da. İçinde iki adet bira bulunan siyah poşetimi bir gürz gibi sallayarak Burak'ın kafasına indirdim.

 Sonra da uçarak uzaklaştım oradan.

5 Ocak 2012 Perşembe

Batan Güneş


 Batan Güneş. Osamu Dazai. Japon bir yazarın kitabı. Ben de sırf Japon diye aldım kütüphaneden, on beş gün içerisinde teslim etmem gerekiyordu. Geciktirdim, teslim ederken ceza da ödeyeceğim şimdi. Hala okumadım bir de.

 Dün gece akşam yedi gibi uyandım. Mantık Devreleri finaline uyumadan gitmeye karar verip odama gömüldüm, ders çalışmak için. Üç beş film izledim, üç beş saat kadar oyun oynadım, odamdan çıkıp hazır tavuk çorbası pişirip bir adet soğanla birlikte yuttum. Odama dönüp ders çalıştım bir ara. Çalıştım ama gerçekten. Dikkatim çok çabuk dağılıyor, bunun da bilincinde olarak verimli şekilde çalışmaya çalıştım. Yarım saat kadar çalışıp geçmiş yıllarda çıkmış bir final sorusunu çözebilecek duruma geldiğimde bir buçuk saatlik bir ara veriyordum. Sistemim buydu ve neredeyse bir buçuk iki saat kadar çalıştım.

 Sabahı ettim. Bir tane daha kahvaltı ettim. Omlet yaptım kendime, pul biber, kuru nane, kara biber, iki adet yumurta. Bir tabakta birleşirler. Bir çatalla karıştırılırlar. Tavaya dökülürler. Tava, bir tencere kapağıyla kapatılır. Beş dakika kadar sonra, mükemmel bir görüntüye ve kokuya sahip omletimiz hazırdır. Çay da demledim. Yuttum onları da işte. Öğlen birde sınavım vardı, saat on iki gibi evden çıkmalıydım. Artık oynanacak oyunları, izlenecek filmleri, çiftleri bulunup birleştirilecek çorapları, içilecek çayları, sarartılacak dişleri tüketmiş olduğum için Batan Güneş'i aldım elime. On dakika kadar sonra evden çıkmam gerekiyordu.

 Okudum biraz. Sonra bir karar aldım. "Bu kitabı cuma günü teslim ederim, teslim etmeden önce de okur bitiririm" dedim. Bir gün içinde bitirmeye karar verdim yani.

 Şimdi kitap masamda duruyor. Hala okumuyorum.

 Dur bir özet geçeyim.

*Bu dönem alttan aldığım bir ders de dahil toplam yedi ders alıyorum ve sanırım beşinden kaldım.
*Bu dönem bir tane hadi olsun iki tane kitap okudum.
*Bu dönem de farkedilmemek/yoksayılmak sorunumu çözemeyip silik karakterimi daha da pekiştirdim.
*Halı sahada çok goller attım, arkadaşlarım "beş üzerinden yedi" belirlediler performansımı.
*Dokuz yüz lirası kredi kartlarına üçyüz otuz lirası ev arkadaşlarıma olmak üzere toplam 1230 lira borcum var.
*Ha bir de başka bir arkadaştan yüz lira almıştım.
*Bloga yazmıyorum doğru dürüst. Sesimi çıkartamıyorum ya gerçek hayatta, sanal alemde de sessizleşmeye başladım.
*Bu yazıyı tamamlayıp yayınlamama ihtimalim de yüksek.
*Ya da gönder gitsin.
*Tek sıkıntı başlık. Hep zorlanıyorum başlık bulmakta.