8 Mayıs 2020 Cuma

Babamın Öldüğü Gün

7 Ocak 2020 günü, saat gece yarısı 1 civarıydı. Telefonum çaldı. Açtım, o günün akşam üzeri saatlerinde de konuştuğum doktorla tekrar konuştum. "Hastamızın durumu ağırlaştı, gelin" demişti.

O anda babamın öldüğünü biliyordum.

Apar topar hastaneye gittik. Kısa bir bekleyişten sonra yoğun bakım bölümünden doktor, hemşire ve güvenlik görevlisi üçlüsü çıktılar. Filmlerdeki dizilerdeki klasik sahneyi yaşıyorduk. "Hastamızı kaybettik" dedi bir saat kadar önce telefonda konuştuğum doktor.

Babamın öldüğünü artık iyice biliyordum.

Olması gerektiği gibi; annem fenalık geçirdi, kardeşim ağlama krizine girdi. Ben de olması gerektiği gibi ayakta durdum, bir onu tuttum kaldırdım, bir gittim öbürüne sarıldım. Ağlamadım.

İki saatlik yasal bir bekleme süresi varmış, sanırım ölen insanın dirilmesi ihtimaline karşı alınan bir önlem. O acı iki saat geçtikten sonra babamı getirdiler sedyeyle. Çenesi bağlanmış.

Babamın cansız yüzündeki uzamış beyaz sakallarını okşarken babamın öldüğünü hala biliyordum.

Sabahı bir şekilde ettik. Annemler Torbalı'ya döndüler, iki kuzenim (birisi kuzenim değil abim ama farklı anne babadan) yanımda kaldılar. Sabah morgdan aldık babamı. Hasta bakıcı yüzünü bana göstermek istedi, teşhis etmeliydim. Reddettim, görmek istemedim. Çok haklı bir cümle kurdu, "buradan kırk beş kilometre öteye götüreceksiniz naaşı, ya yanlış insansa" dedi. Doğru söylüyordu, görüp teşhis etmem gerekiyordu. Tekrar gösterdiler babamın yüzünü, bu sefer ağzından gözünden akıntıları vardı. Kesin ölmüştü işte. Yarım saniye kadar yetti bana görüntü. "Evet bu, tamam kapatın" dedim.

Yeni bir sözcük öğredim: Gasilhane. Ölülerin yıkandığı yer demekmiş. Torbalı mezarlığına geldik, oradaki gasilhanede yıkanacaktı babam, imam tarafından. Tabuttan çıkarıp üç dört kişi yüklenip yerleştirdik taşa. Epey ölüydü babam. Hatta ufaktan kötü kokmaya başlamıştı. Bir başka kuzenim geldi yanıma, amcamın oğlu. Dört sene önce kaybetmişti babasını, amcamı. Beni uyardı, "yıkamaya girmen konusunda ısrarcı olurlarsa diren" dedi, "ben babamın bedeni yıkanırken baskıya dayanamayıp girmiştim, hoş bir tecrübe değil. Babamı hala öyle hatırlıyorum. Eğer çok gerekli ise birinin girmesi, sen girme amcoğlu, ben girerim" dedi. Kimse bana içeri girmemi teklif etmedi. Girmedim yıkama merasimine. Oradan aldık babamı yaşadığımız siteye getirdik.

Cenaze arabasının arkasında bir tabuttaydı babam. Üzerinde Arapça yazıların olduğu o malum yeşil kumaşla örtülmüştü tabutu.

Yine insanlar ağladılar, gelip bana sarıldılar. Baş sağlığı dilediler. Gereken cevapları verdim hep, gerektiği gibi de davrandım. Ben yine ağlamadım. Hatta şu anda hatırlayamadığım birisi bana nasıl olduğumu sordu. Aşırı aptalca bir soru değil mi, öyle bir an için? Ellerimi açıp hafif gülümseyip "bilmem" dedim vücut dilimle. Benim henüz şokta olduğum teşhisinde bulundu şu anda kim olduğunu hatırlayamadığım dahi birey. Şoktaydım herhalde.

Muratbey Camii'ne gittik. Tabutu o gıcık soğuk taşa yerleştirdik. Bekledik. Bekledim. Taziyeleri kabul ettim. İnsanlarla tokalaştım, sarıldım. Babamla ilgili hikayeler anlatan amcaları dinledim. "Bırakmak lazım içkiyi" diyen amcaları dinledim. Tam ne kadar sürdü bu mesai bilemiyorum. Nihayet vakit geldi, cenaze namazı kılındı babamın. En önde duruyordum, gene yapmam gerekenleri harfiyen yapıyordum. Namaz kısacık sürdü. Çok kısa, çok çok kısa sürdü. Sanki on saniyede başladı bitti. Birden hücüm etti insanlar babamın içinde olduğu tabuta. Ben de omuz verdim ama hızlıca kaydı omzumdan o tabut. İnsanların üzerinden pıtır pıtır kaymaya benden uzaklaşmaya başladı.

Ağladım. Babamın öldüğünden emindim artık ve gidiyordu, santim santim gidiyordu uzaklaşıyordu benden.

Mezarlığa geldik. Babam ve amcam bir iddiaya girmişlerdi yaşarlarken. Bu iddiaya girdikleri ana ya da daha önce girdikleri bu iddiayı birbirlerine hatırlattıkları ana şahit olmuştum. Hangisi emin değilim. Kim önce ölürse annelerinin, rahmetli babaannemin mezarına gömülecekti. Sonra ölen ise babalarının, rahmetli dedemin mezarına.. İkisi de annelerini daha çok severlerdi ve babalarıyla çok anlaşamazlardı. İddiayı amcam kazandı, 2014 yılının Ekim ayında babaannemin üzerine gömüldü. Babamaysa kendi ifadesiyle "kara çavuş"un üzerine gömülmek kaldı. Kara Çavuş'un, benim sekiz yaşına kadar görebildiğim ve harika bir dede olduğunu bildiğim adamın mezarı kazıldı. Tabut açıldı. Ben, amcoğlu ve babamın dayıoğlu girdik mezara. Babamı yerleştirdik. İmam bazı talimatlar verdi, yüzü şu yöne gelsin gibi. Sonra ben ve amcoğlu çıktık. Babamdan iki üç yaş büyük olan dayısının oğlu kalan işleri yaptı. Sonra yine herkes acele etmeye başladı, camiden çıkarken olduğu gibi. Haldır huldur toprak atıldı babamın üzerine, ben de attım ama çok hızlı doldu o koca çukur, çok hızlı, yine sanki saniyeler içinde. Sanki hınçla doldurdu insanlar çukuru. Kimsenin yardımcı olmamasını tercih ederdim yemin ederim. Bir iki saat boyunca yavaş yavaş o çukuru ben, tek başıma doldurmak isterdim. Beş dakikada gömdük babamı.

Yine ağladım. Bu sefer daha şiddetli ağladım. Camiden çıkarken ağlamıştım ama büyük bir savaş verip kendimi tutmayı başarmıştım. Bu sefer de savaş veriyordum ama kazanamıyordum. Aynı babamın sağlığında söylediği şeyi yaşıyordum. Sözde çok sevmediği babasının cenazesine dair hikayesini anlatırken şöyle demişti: "Senin elinde olmuyor, gözlerine hükmedemiyorsun, pıt pıt akıyor oradan..." Ben de hükmü ve kontrolü artık kaybetmiştim ve ağlıyordum. Babamın dayı oğlu, İsmail Amca geldi yanıma. "Oğlum sen bari yapma" dedi, "ben de çok zor tutuyorum kendimi" dedi. Evet hala ağlamamalıydım. Dakikalar içinde toparladım kendimi.

Günün devamı klasik hikaye. Evimizde onlarca insan, ağlaşmalar, Arapça şarkılar söyleyen yanık sesli bir teyzenin sesi geliyor salondan... Ben kendi odamdayım, erkek misafirleri eyliyorum...

Tüm sorumluluklarımı tamamladıktan sonra yakınlarımla dışarı çıktım. Amcoğlu tekel bayii işletiyor. Onun dükkanına gittik, kepenkleri de üstümüze kapattık. İçtik, güldük, sohbet ettik. İki üç kez Faruk Hoca'ya kaldırdık içkilerimizi, tokuşturduk. Kafaları bulduktan, saat yeterince geç olduktan sonra;  o kadar da yakınım olmayan insanlar evlerine gittiler. Amcoğlu ve bir başka yakın kuzenimle içmeye devam ettik biz. Ve bu sefer beni durduran olmadı, aksine cesaretlendirdiler. Eşşekler gibi ağladım.

Faruk Hoca gitti.


2 yorum:

  1. Ben yazarın farklı anne babadan olan abisiyim. Yani aslında amcasıyım. Küçük amca. O kadar küçük ki yazarla aramızda sadece 5 yaş var ve bütün çocukluğumuz beraber geçti, abi-kardeş gibi. O yüzden biladerim o benim. Az önce okuduğunuz yazıda anlatılan, kaybettiğimizi öğrendiğiniz Faruk hoca ise abim benim. Üç kardeştik biz. Yani en azından resmi olarak ;) Abilerim babamın vefat eden ilk eşinden, ben ise son eşinden olan çocuğuyum. Güzel adamdı ikisi de. Bazen anlaşamazdık ama zaten bu kardeşliğin hamurunda olan bir şey. Hani demiş ya adam "Düşmanın yoksa kardeşin de mi yok" diye. O hesap. Artık abimle babam aynı mezarda yatıyorlar. Yani yazarla babalarımız aynı mezarı paylaşıyorlar. Ben de yazar gibi sıkmıştım dişimi kendi babamın cenazesinde. 1999 yılıydı. 13 yaşımdaydım daha. Camide musalla taşının başında bekledim abilerimle o zamanlar. İlk vefat haberini aldığımda çok ağlamıştım. Ama cenazesinde tutmak istiyordum kendimi. Çünkü rahmetli ağlayanı sevmezdi. Babamı üzmemek için ağlamamaya çalışıyordum cenazesinde. Sonra bir yakınımız gelip "aferin oğlum, baban da böyle dimdik durmanı, ağlamamanı beklerdi senden" demesiyle koyvermiştim kendimi. Senin ağzına at sıçsın e mi akraba gibi. Kuracak başka cümle bulamadı dallama. Sonra tabi beni susturabilene aşk olsun. Zırıl zırıl ağlamadım elbet, sessizce döktüm gözyaşlarımı ama keşke sıkmasaydım kendimi de tamamen koyverseydim orda. Kim ne diyecekti ki! Ölen benim babam. Onlara giren çıkan yok! Nedense biz erkekler bu ağlama meselesini çok önemsiyoruz. Halbuki baban ölmüş, şimdi ağlamayacaksın da ne zaman ağlayacaksın değil mi? Neyse. Abimin ölüm haberini alışım aynı yazar gibiydi. Haber geldi yola çıktık hastaneye doğru dayıoğluyla. Biliyorduk sonucu. Ağırlaşmamıştı, çoktan kaybetmiştik. Yazar, ben ve ikimizin de dayıoğlu olan Mehmet. Üçümüz kaldık. Herkesi gönderdik Torbalı'ya. Sabah teslim aldık abimi, götürdük Torbalı'ya. Yıkandı ve defnedildi. Hiç ağlamadım. Bir iki gözlerim dolmuştu ama hiç ağlamamıştım. Sonra mezarlıktan eve geldim. Yatak odasına geçtim iliştim yatağın kenarına. 1 buçuk yaşındaki kızım geldi kucağıma, onu öptüm sarıldım. Peşinden de hanım geldi yanıma. Abimin vefat haberini aldığımdan beri görüşememiştik eşimle. Malum hanımların da ayrı bir telaşı-mesaisi oluyor böyle zamanlarda. Sanki insanların acısı yetmiyormuş gibi ikram mikram saçma işler. Neyse! "Nasılsın" dedi... Yutkundum, "Yalnız kaldım" dedim. Düne kadar en küçük kardeştim. Ama ne babam ne de abilerim vardı artık. Çekirdek aile erkek nüfusunda sadece ben kalmıştım. Baba ve erkek evlatları yoktu. Sadece ben. 13 yaşımdan beri babasızdım, 33 yaşımdan itibaren artık abisizdim de. Artık evdeydim nasılsa. Karşımdaki de eşimdi. Artık tutmaya, vakur durmaya gerek yoktu. Ağlamaya başladım.
    1999 dan beri Hüseyin Çavuş(kara çavuş) yok!
    2014 den beri Kemal Hoca yok!
    Faruk hoca da yok artık!
    Güzel adamlardı hepsi de. Babam, abilerim. Elbet herkes gibi yanlışları vardı hepsinin de ama bir o kadar da doğruları vardı. Herkes gibiydiler işte. "İnsandılar".
    Allah mekanlarını cennet eylesin.

    YanıtlaSil
  2. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil