31 Aralık 2010 Cuma

Hiçbirşey

 Beyaz bir bere aldım kendime. Dandik birşey. Onu taktım kafama, yırtık pırtık montumu da giydim. Sokağa çıktım, pür neşe. Kafamda çalan müziğe ıslığımla eşlik ettim gece onbiri geçiyordu. Gece geç saatse, yağmur varsa ve hava soğuksa, sokaklar ıssız oluyor. Tam istediğim gibi oluyor. Üzerime üzerime yürüyen insanlar yok sokaklarda, üzerime üzerine yürüyen ve sanki ben yol vermek zorundaymışım gibi rotasından bir derece sapmayan kızlar da yok. Korna kıyamet kafa şişeren arabalar dolmuşlar yok. Var olan arabalar da duruyor, el işareti yapıyor buyur geç abicim diyor. Sokağa çıkmam gerekiyormuş bak, herkes yolumu açıyor önümden çekiliyor, yeter ki Mert neşeyle yürüsün. Yirmi otuz metre önümde yürüyen bir kız sürekli dönüp dönüp bakmasa benden yana, daha rahat ederim belki ama olsun.

 Islık çalarak yürüyorum, yokuşlar inip tırmanıyorum. Yaşlı insanlar görüyorum. “Abi” diye sesleniyorum ben yaşlılara “amca” demektense. Bir çeşit iltifat. “Abi dürüm köfte hazırlar mısın?” diyorum. “Tabi” diyor.

 Sigara yakıyorum bir tane, yağmur güzel şey. Her durumda güzel şey. Neşeliyken de neşesizken de yağmuru seviyorum. Ve he iki durumda da sokaklarda olmak hoşuma gidiyor. Övünüyorum kendimle sonra, kendimi diğerlerinden farklı ve üstün görüyorum, herkes evine tıkılsın ben buradayım işte diyorum egomu tatmin ediyorum.

 Mavi durağın ötesinde de birşeyler var. Yol orada da devam ediyor. Neden hiç görmedim ki mavi durağın ötesini? Her halta da Yüzüklerin Efendisi’nden örnek vermesem olmaz ama, Shire dışına çıkmamış hobitler gibiyim. Güzel bir müzik çalıyor kafamda.
 Carlo kalkıyor hesap soruyor
 Güneş güneş yine doğuyor
 Sabah oluyor sabah oluyor
 Güneş güneş yine doğuyor
 …

 Bu kaldırımın deseni ne kadar güzelmiş, ne kadar farklı. Mavi durakta az önce bekleyenler şimdi yok, güzel. Orada olsalardı rahatsız olurdum, az önce önlerinden geçtim gittim, şimdi geri dönüyorum. Rahatsız ederdi beni. Her insan kadar takıntılıyım. Her insan kadar.

 Yağmur yağarken, herkes evinde otururken, Kurtlar Vadisi ya da Fatmagül izlerken bu kaldırımda olmak. Gidip “biliralık çiğdem” almak. Bir tutam İzmirli olmak.

 Sabah oluyor sabah oluyor
 …

 Mitoloji diye bir kafe varmış bak burada. Tıklım tıklım, bu saatte. Şık insanlar var, güzel kızlar ve çirkin adamlar var. Hepsi şık, o ayrı. Yemek yiyen insanlar var, Köfteci Hüseyin Abi’nin köftesini değil, daha pahalı ve kesinlikle daha lezzetsiz şeyler yiyen insanlar. Birbiriyle çelişen sözcükler kullanacağım bilmem anlatım bozukluğu olur mu; zengin öğrenciler var. Büfe gibi küçücük bir anahtarcı dükkanı var. Hemen yanından girdin mi yokuş yukarı ıssız bir sokak. Girsem mi ki o sokağa? Devam et Mert, boşver. Yavaşla Mert, sakin yürü, bak çiğdem alacağın bakkalı geçiyorsun.

 ”İkiliralık çiğdem alabilir miyim?” Yurttakileri de hesaba katmak lazım. Sus payı vermek lazım Fatmagül izlerken hem, ne güze olur çitlemesi. “Kankaa, kola da alsaydın keşke”leri duyar gibiyim. Sokarım kolanıza dediğimi de duyuyorum hayal meyal.

 Halklar kalkıyor hesap soruyor
 Güneş güneş yine doğuyor
 Sabah oluyor sabah oluyor
 Güneş güneş yine doğuyor
 …

 Tüm bunlardan sonra, yurda dönüp de batak oynamaksa paha biçilemez. Beni sokağa atan kitabı okurken uyuyakalmak, araya çiğdem yemeyi de sokuşturmalıyım, hepsi hepsi paha biçilemez.

25 Aralık 2010 Cumartesi

Niçevo

 Ben bugün bunu öğrendim: Niçevo. Rusça’da “boşver, sat anasını” anlamında kullanılan bir sözcük. Rus kadercilğinin simge sözcüğü olduğunu da okudum bir yerden. Niçevo.

 Okuyunca rahatlıyorum biraz. Saatlerimi, günlerimi bazen haftalarımı boş ve faydasız geçiriyorum, sonra isyan ediyorum kendi kendime, ne yaptım ulan ben haftalardır diyorum misal. Oturup birşeyler okuyunca yeni bir yazarı tanıyınca Gandalf’ın kılıcının isminin Glamdring olduğunu öğrenince mesela, rahatlıyorum biraz. Boşa geçen haftalardan sonra boşa geçmediğine inandığım saatler azıcık mutlu ediyor beni.

 Hep söylerdim, gerçekler boğdu beni sıkıldım gerçeklerden diye, şey derdim; gerçek olmayan şeylerle ilgilenmeyi, gerçek olmayan şeyleri okumayı, izlemeyi, aslında var olmayan ülkelere gitmeyi seviyorum. Ama fazla fazla gittim sanırım ben o ülkelere. Döneyim memleketime, şehrime, okuluma. Ders mi çalışayım ne yapayım?

 Niçevo…

13 Aralık 2010 Pazartesi

Mesela

 Ben mesela. Uyurum mesela. Yüzüstü uyurum genelde. Yastığımı bacaklarım arasına sıkıştırıp yastıksız da uyurum bazen. Mesela. Horlamam mesela. Gerçi bilemem horlayıp horlayamadığımı da horlamam mesela. Mesela yani. Bir “Şaban esprisi” ile renklendirmek istedim ortamı. Eğleniyor muyuz gençler?

 Ben mesela. İçerim mesela. Hiç sarhoş olmam mesela. O da çok kötü birşey arkadaş. Sarhoş olmak için ufak çaplı bir serveti gözden çıkarmak demek. Sarhoş olurum mesela. Kusarım mesela. Halıya malıya.

 Okurum mesela. Dünyanın en kültürlü insanıyım ben. Entellektüel’im mesela. İki adet “l” ile yazdım mesela. Bak kro oldum birden.

 Çok yüce gönüllü ve eli açık bir insanım mesela. Herşeylerimi paylaşırım ben. Hiç de içim cız etmez mesela. Aldığım bisküviyi arkadaşım yerken. Pişkin pişkin “yiyebilir miyim” diye sorarken. Gülümseyerek cevap veririm mesela. “Tabii ki!” Mesela üç ay oldu bazamın altındaki memleketten getirdiğim fındıkları çıkarmadım meydana. Gizli gizli yiyorum. Çok eli açığım mesela.

 Dünya tatlısı bir insanımdır, feci de yakışıklıyımdır mesela. Kendimle de barışığımdır. Tek kaşlı olduğumu kabul eder, sağ ve sol kaşımı birleştiren kaşlara da zarar vermem; yolmam koparmam onları. Çiçek dalında güzel mesela. Kıl, vücutta güzel.

 Yazarım da misal. Ama öyle dandik şeyler yazmam ben. Henüz keşfedilmemiş bir cevherim mesela. Büyüyünce de Dostoyevski olacağım.

 Acaip güçlü kuvvetliyimdir. Tuttuğumu koparırım. Girişken ruhlu bir insanım. Bazen yol sormaktan çekinsem de mesela, mesela kendimden küçük çocuklardan dayak yemiş olsam da. Hızlı koşarım ama. Bu yüzden az dayak yedim şimdiye kadar. Usain Bolt’um mesela. Zenciyim mesela. Yok lan değilim.

 Zenci demişken. Mükemmel vuvuzela çaldığımdan bahsetmiş miydim? Üflemeli vurmalı çekmeli koparmalı silkmeli müzik aletlerini çalabilirim mesela. Hepsini.

 Uçarım da aslında. Pikaçuyum ben. En sevdiğim pokemon da Alakazam’dır. Psişik güçleri var boru mu?

 Mesela mahallemizin taso kralıydım küçükken. Bir keresinde bir çocuk taso oynarken “ütmüştü” beni. Dövmüştüm mesela. Ellerim kan olmuştu. Taso modası geçti meşe modası geldi, meşe kralı oldum mesela. Meşe diyince herkes anlamıyor, misket yani bilye yani.

 Aslında hırstan duvara yumruk atmıştım. Duvar da tırtıklı duvarlardandı.

 Kaybetmeye tahammülüm yoktur, bu yüzden de hep kazanırım. Mesela. Ya da şöyle söyleyelim: Kaybetmeye tahammülüm yoktur, genellikle de kaybederim. Bu yüzden de sinirliyimdir.

 Sinirliyimdir mesela. En birinci sinirli benim. Lise mezuniyetinde herkese bir lakap bulunurken ve mezunlar o lakaplarla sahneye çağıralacakken ben “Agresif Mert” diye çağırılmıştım mesela.

 Kendi içimde çok iyi biriyim mesela. Nükleere karşıyım, yeşilaycıyım, çiçekleri böcekleri çok severim. Böcekleri bazen öldürürüm ama. Affedin.

 Kansızım mesela. Sağlık problemleriyle pençeleşmeme rağmen hep en iyiyim mesela. Dişlerim çürük mesela. Ama çok düzgünler. Mesela.

 Mesela bu yazıda otuz sekiz kere “mesela” yazmışım. son ikisiyle beraber “Etti mi kırkhh!”

12 Aralık 2010 Pazar

Bağırmak

 Yazmak güzel şey. Çok güzel şey. Benim için küfretmek gibi birşey, bağırmak gibi birşey. Küfredebilirim ben, güzel de küfrederim ama bağıramam. Bu yönü önemli. Yazmak bağırmak gibi. Ben bağıramam. Yazınca tüm gücüyle haykırmış bir insan kadar rahatlıyorum. Çünkü ben tüm gücümle bağıramam.
 Bence bu güçtür. Tüm gücüyle bağırabilen insan güçlüdür. Ben zayıfım. Dağın başında Feridun Abi tüm gücüyle bağırıyordu. “Of ulen off” diyordu. Amaçsızca. Ben de denedim. Bağırdım. Yok olmadı, tüm gücümle bağıramadım. Bir değil iki tık aşağıydı sesim esas haykırma sesimden. Esas haykırma sesim. Hayatımda kaç kere çıkarmışımdır o sesi bilmiyorum. Gerçekten çok azdır. Belki evde yalnız başıma müzik dinlerken şarkıya eşlik etmek amacıyla çıkarmışımdır. Ama bir insanın yüzüne haykırmadım ben. Ya da dağın başında vadiye bağırmadım. Geçtiğimiz yaz kuzenimin arkasında motorsikletle denize giderken bağırdım. Mavi Duvar’ı söyledim bağıra bağıra. Ama etrafra insan gördüğümde sesimi alçalttım.
 Bağırmak güçtür. Ben de güçsüzüm.
 Ama güçsüz olmaya tahammül edemiyorum. Bir çıkış yolu aradım ve buldum. Yazmak…
 Yazmak da bağırmaktır. Esas haykırma sesimden daha yüksek bir ses bile çıkartabilirim yazarak. Belki de zayıflığımı ancak ve ancak bu şekilde telafi edebilirim. Yazmak güzel şey. Gerçekten.

2 Aralık 2010 Perşembe

Mücadele.



Ayakkabı – ayak- kokan kapı önünden, kokuya koku katan ayakkabılarımı alıp giyiyorum.  Aylardır yağlanması gereken gıcır gıcır öten kapanmak bilmeyen, bir de anahtarı soktuktan sonra hafif geriye çekerek açabildiğim arızalı kapıyı da açıyorum. Kulağımda kulaklıklar, en sevdiğim şarkı çalıyor. Yokuş iniyorum, her gün indiğim o yokuşu iniyorum, hiç görmediğim bir kız yurdu var buralarda, o yurdun öğrencileriyle paylaşıyoruz bu yolu, onlar da iniyor her sabah ve akşamüstü.  Yol hafif ıslanmış, kaygan. Düşmüyorum çok şükür.  Az sonra sola döneceğim ve makarna alacağım.

 Şarkının en sevdiğim kısmı gelmiş. Yavaşlıyorum, bakkala girdiğimde kulaklığımı çıkartmam gerekecek, bu kısmı kaçırmamalıyım. 

 Embesil bir bakkala ve her şeyin “öğrenciye” olanından da satan soyguncu esnafla, ıslanmış yokuşumuzla, mavi duraktaki sırayla, kaf dağının tepesine kurulmuş okulumdaki sınavlarımla, sınanmakla ve işin kötüsü gerizekalı insanlar tarafından sınanmakla, sürekli osuran yurt arkadaşlarımla, “gevur İzmirli” olmakla, bazen kendimi Nuh’un gemisindeki sap gibi hissetmekle, parasızlıkla, iki haftadır hiç alkol almamış olmakla mücadele etmem gerek. Makarnanın yanına yoğurt alamamakla da… “Gıcık oluyorum ha bu çocuğa” dediğim adamdan sigara istemek zorunda kalmakla, ışık ve sesle, ışık açamamak ve ses çıkartmamakla, kirli çamaşırlarımla, damacanamızın pompası çalındığı için 19 litreyi kaldırıp bardağa dökmekle, midemin ekşimesiyle, dişlerimin çürük olmasıyla ve her sabah uyandığımda ağrımasıyla, ve daha zilyon tane saçma sapan durumla da mücadele etmeliyim. Menfaatçi insanlarla, menfaatçi bir insana dönüşerek mücadele etmeliyim. En fazla da irademle mücadele etmeliyim. Pes etmemek için.

22 Kasım 2010 Pazartesi

Sarhoşa Nezaket

 Daha zilyon kere yapacağım bu yolculuğu. Önce Gaziemir sonra terminal. Bir iki saat bekleme sonra Sakarya Vib otobüsü. Sonra Manisa. Sonra bilmemnere. Bir ara Susurluk. O da eşittir ayran. Zilyon kere daha yapacağım bunu.

 Sarhoş nezaketi diye bir şey var. Sarhoş insanın sarhoş olmayanlara gösterdiği nezaket. Bir de sarhoşa nezaket var.

 Misal ben  babamın halısına kusarken babam "olur oğlum olur öyle" diyip beni yatağa taşımıştı. Bir arkadaşım yine aynı halıya kustuğunda, önce banyoya sokmuştum arkadaşı sonra da halıyı temizlemiştim. Banyoya girdiğinde kapıyı kapatsaydı daha güzel olurdu, görmek zorunda değildik her yerlerini ama olsun. Yine de ses çıkarmadık. Sarhoşa nezaket çünkü.

 Gaziemir'den terminale giderken, pek bilmem ben oraları ben köylüyüm çünkü, bir yerlerde bir adam bindi dolmuşa. Otuz yaşlarında falan. Oturacak yer yoktu, ayakta yolculuk yapacaktı. Ama gel gör ki sarhoştu. Sallanıyordu, çok keskin manevralar yapılmıyordu ama o iki üç kere düşme tehlikesi atlattı. Sonra atmış yaşlarında bir amca "geç oğlum sen otur" dedi yerini verdi otuzluk delikanlıya. Ben kızdım amcaya, çünkü dolmuşun eğlencesiydi o ana kadar o adam. Kıs kıs güldü herkes. Komikti yahu. Neyse sarhoş kişi "sarhoş nezaketi" gösterip reddetti oturmayı. Yaşlı amca da "sarhoşa nezaket" gösterip ısrar etti otursun diye. Oturdu en nihayetinde.

 Hala eğlenceliydi aslında. Kafasını sabit tutamıyordu çünkü. Oturduğu yerden de düşme tehlikesi atlatıyordu. Yanımda oturan amca bana bir şeyler mırıldanıyordu sürekli, komik şeyler söylüyordu herhalde ama duymuyordum, "nezaketen" gülüyordum.

 Her şey güzeldi. Dolmuş içinde hayat sevince güzel havası esiyordu, sarhoşa nezaket tavan yapmıştı. Eğlenceliydi de hala. Kırmızı ışık oldu sonra. Bizim eleman zıpladı yerinden, sağ yaptı sol yaptı indi aşağıya. Işıkta durmuş arabaların arasında sıyrıldı, karşı kaldırıma geçti. Durdu. Arkasına dönüp tekrar dolmuşa doğru gelmeye başladı. Yanlış yerde inmişti herhalde. İşte o anda sarhoşa nezaket bitti. Dolmuş şöförü, o tuşa bastı. Bence teknolojinin son harikası olan o tuşa. Seviyorum o tuşu ben, kapıyı açıp kapatan tuş. Çok iyi yaa. Neyse bastı. Sarhoş kapıyı yumrukladı, şoför hala kırmızı ışık olmasına rağmen azıcık ilerledi. Sonra sarı yandı bastı gaza şoför. Bitti nezaket.

 İyi mi oldu bilmiyorum aslında. Normalde nezaketten hoşlanmam. Yalan dolandan hoşlanmam. Çok yüce bir insanım çünkü. Hayır öyle değil. Nazik olmak iyidir de, nezaketen bir şeyler yapmak kötüdür. Nezaketen yapılan şeyler yalan dolandır. Yanımda fısıldayan amcaya nezaketen gülümsemem kötüdür.

 Sarhoş tekrar binemedi dolmuşa. Bu sefer sesli sesli konuşulmaya başlandı. "Ne biçim içmiş adam, yuh, breh, terbiyesiz..." Nezaket bitti. İyi oldu sanırım.

9 Kasım 2010 Salı

London'dan Çıktım Yola

 Jack London tuhaf bir adam. Başka yerlerde bununla ilgili uzun uzun yazılar okudum da, hakket ilginç bir adam. Hayat görüşü ve harici düşüncelerinin çelişmesi var mesela, derin mevzu hiç girmemek lazım. Aşırı çalışkan bir adam, kısacık edebiyat hayatında çok fazla roman yazmış. Ben bir kısmını okudum. Ama sıkıldım Klondike'den, kızaklara koşulan köpeklerden altın peşinde hayaller peşinde insanların hikayelerinden. Şu anda "Kız Kar ve Kan" isminde bir romanını okumaktayım. Yine aynı şeyler. Doğayla savaşan güçlü yapılı insanlar. Altın, köpekler. Yine Klondike... Okuyacağım bitireceğim bunu da, çünkü aslında okuyor olduğum kitabımı buraya getirmeyi unutmuşum. Hem hala en sevdiğim yazarlardan birisidir Jack London. Belki en birincisidir belki ikinci belki üçüncü. Ama benim meşhur İlk On'uma girer o kesin.

 Okumayanlar için de "Martin Eden" , "Deniz Kurdu" , "Ademden Önce" , "Demir Ökçe" romanlarını ve bunların yanı sıra iki saattir anlattığım olayları işleyen romanlarından belki birini ikisini önerebilirim. Onlar da "Vahşetin Çağrısı" ve "Beyaz Diş" olabilir. Ayrıca çok farklı bir konuyu işlediği "Yabani Adam" isimli romanını da önerebilirim.

 Her ne kadar sallasam da kendisine, her ne kadar sıkılsam da aynı hikayeleri başka isimlerle okumaktan; her okuyuşumda yine de bir yerlere götürüyor beni. Çok klişe cümle oldu evet. Klondike ne ise neresi ise gitmeliyim oraya mesela. Bir romanında kardan bahsediyordu, kutuplardaki kardan, çöldeki kum gibi olduğunu un ufak zerreler halinde olduğunu söylüyordu kutuplardaki karların; o karları görmek istiyorum ben. Gerçi ben müzmin İzmir'li hayatımda bir kere kar gördüm ama olsun, gidip oradakini görmem lazım. Fok avcılığı yapan bir gemiyle Japonya kıyılarına yanaşmak da fena olmaz.

 Ya da bir kamyoncu olmak. Kamyonuna ki bir kamyoncu akrabam var kamyon demezler araba derler direk, binip ülkenin enleme ya da boylama diğer ucuna sürmek. Güzel olabilir. Elbet çilelidir. Uzaktan bakıyorum ve bazen özeniyorum. Ya da bir büfeci olmak. Minnacık büfelerden hani, kutu gibi olanlardan. Sabah kadar açık olsa mesela benim büfem, ben gececi olsam, tekel bayii olsam ya da her ne haltsa... Küçük bir elektrikli soba olsa ayaklarımın dibinde, önümde bir gazete ama bakmıyorum gazeteye, üstünde tost yemişim, bir kaç sarhoş geliyor ikişer-üçer bira daha almak için. Onlarla geyik yapıyorum mesela. Mesela. Bir barın kapısındaki iri abi olsam ben mesela. İri birisi olsam önce de, sonra da o abi olsam. Akşam dikelsem orada arzı endam eylesem. Bir evsiz olsam mesela, bilirler muhakkak nerede uyuyacaklarını onlar, şehrin tüm sotelerini bilsem, oradan buradan muhtelif, bazısı legal bazısı illegal yollarla üç beş kuruş kazanıp biraya yatırsam paramı.

 "Anlatsam roman olur" derler bildin mi? Bir kır sakallı amca der genelde bunu, istisnalar da vardır tabi. Anlatsam roman olur. Altı milyar tane roman var dünyada. Ve biz sadece birisini okuyabileceğiz.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Piç Kurusu-Melek?

 Akli dengesi yerinde olmayan bir çocuk vardı. Bir kadın vardı, çocukla iletişim kurmaya çalışıyordu, bir yakını ya da bir yardımsever olabilir, fikrim yok .Başka bir kadın da diğer kadına yardımcı olmaya çalışıyordu çocukla nasıl iletişim kuracağı konusunda. Sanıyorum ki o kadın çocuğun dilinden anlıyordu bakıcısı falan olabilir. Dün kazara denk geldiğim bir diziden bir sahneyi anlatıyorum.

 Kadın çocuğun masasına üç dört tane yüz lira bıraktı. Bir iki saniye sonra çocuk paralardan birisini makasla kesmekteydi. "Dur ne yaptın? " dedi kadın, sonra diğer paraları masadan aldı. Bakıcısı olan kadın da " onun için gazete kağıdından farksız" dedi " paraya bilmeyene ne nedir? " Cevap verdi diğer kadın "Melek!.. "

 Bu sırada dizüstü bilgisayardan PES11 oynamakta olan arkadaşlarımdan birisi televizyona döndü; " parayı mı kesiyor o? Senin ben sülaleni s.... , parayı niye kesiyorsun piç kurusu! " diye çemkirdi.

 Bir de ben sorayım: Parayı bilmeyene ne denir?

 Arkadaşımın cevabı dakikalarca gülmemi sağladı ve hala sağlıyor. Bu da öylesine bir yazım olarak kayıtlara geçsin.

6 Kasım 2010 Cumartesi

Bencillik İyidir.

 Tüm suç anne babamda. Aptallar, çok kötü yetiştirdiler beni. Kendileri gibi olmama sebep oldular. "Başkalarını düşünen" olmama sebep oldular. Ne kadar kötü bir şey yaptıklarından hala haberdar değiller. Aptallar. Bayram sabahı herkesten erken kalkmış, konu komşudan alacağı bir-iki lira bozuk parayla torpil patlatıp mutlu olacak çocuğa, kapıdan çıkmadan yarım saat nasihat verilmemeli. "Elini öpünce bekleme sakın, öyle para ister gibi! Bayramlarını kutla dön, haydi oğlum... "

 Aptallar. İşlediğim bir kabahati itiraf ettiğim için ödüllendildiğimi bilirim ben. "Aferin oğlum, doğruyu söyle bak böyle... " Yanlış yapmış babam, orada bir tokat asılıp "niye yaptın ulan! " demeliydi bana.

 Yanlış yaptıklarını biliyorum ya, bu güzel hiç olmazsa. Ya bu saçmalıkların değerli şeyler olduğuna inansaydım. Başkalarını düşünmenin ya da dürüst olmanın... Sağolsunlar kendileri bana ispatladılar zaten, aslında kendilerinin de beceremediğini bunları, başkalarını düşünürken kendilerini düşünmeyi unuttuklarını -daha da önemlisi ki daha kötü sonuçlara sebep oldu- birbirlerini düşünmeyi unuttuklarını gördüm. Sağolsunlar.

 Daha kötü bir insan olmak için uğraşıyorum. Bir süredir bunu üzerinde çalışıyorum. Kısmen başardım, ama daha da iyisini yapabilirim, daha da kötü olabilirim.

 Bencil bir insanım ben artık. Bi iki sene önceydi, bir arkadaşıma nasihat verirken artık bencil olmaya karar verdim. Arkadaşım bana danışmıştı, başı beladaydı, sevgilisinden ayrılsın mı ayrılmasın mı bilmiyordu, hem pek otoriter bir kadın olan annesi de öğrenmişti küçük(!) ve biricik oğlunun sevgilisini... Kız için de durumlar pek iyi değildi. Durum iyi değildi. "Ne yapayım?" diye sordu bana. Bilgece bir tavır takındım, bu konuları uzmanıymış gibi bir tavır. Bilgece tavrıma, duruşuma yakışmayan klişe bir soru sordum: "Sen seviyor musun bu kızı?"."Heh öyleyse mesele bitmiştir" dedim sonra. Ne kadar basit değil mi? "Mesele bitmişmiş. Bir kaç yıl geriye dönüp ağzını burnunu kırasım geliyor Mert'in.

 "Ama" dedi "ayrılırsak onun için daha iyi olacak"... Konuyu tam hatırlamıyorum ama gerçekten öyle olacak gibiydi. "Yok abi" dedim ben de "boşver sen onu düşünmeyi, kendini düşün bi', hangi şekilde daha mutlu olacaksın, bunu düşün, birazcık da bencil ol". Bu son söylediklerim bana da mantıklı gelmişti, hala geliyor, şimdi affettim o Mert'i kırmayacağım hiç bir yerini.

 Gerçekten kolay değil, basit değil mutlu olmak. Bir fırsat varsa değerlendirmek lazım. Dış etkiler, ailenin baskısı bilmemney, direnebildiğim kadar direnmeliyim mesela eğer ucunda mutlu, hoş bir iki saat varsa.

 Bunu yapabilmek kolay olmuyor tabi. Yapabilmek için göğüsleyeceğin zorluklar değil sorun, bir şekilde atlatıyorsun, Sakarya'ya gidecek oluyorsun eninde sonunda affediyor annen seni. Sorun bunu düşünebilmek. Az önce anlattıklarımdan da çıkarmanız ve beni taktir etmeniz gereken, tüm bunlardan feci duygunlamanız ve gözleriniz dolması, boğazınızda bir şeylerin düğümlenmesi gereken sonuç; zor bir şey başarmışım.

"Ben sana kaymakam olamazsın demedim, adam olamazsın dedim" vardır ya. Ve anneler babalar der ya çocuklarına "büyük adam ol, önce insan ol " vesaire, ben "önce mutlu ol" diyeceğim, "sonra da ne halt olursan ol, benim mutluluğumu bozma yeter eşşek sıpası, Haydi git ders çalış bakayım. " Yok yok, ben de onlara benzeyeceğim. Sağlık mağlık olsun.

4 Kasım 2010 Perşembe

Çay İç: Emir Kesin

 Otuz dokuzuncu peronun önünde beş-on dakika sonra kalkacak olan otobüsümün önünde bekliyorum. Saatime bakmak için telefonumu çıkartıyorum, her yerde dijital saatler var gerçi terminal olduğu için ama alışkanlıktan olsa gerek çıkartıyorum telefonumu. Bir cevapsız arama. Abim aramış. Geri arıyorum.

 Bindin mi otobüse, terminale sağ sağlim ulaşabildin mi, bir sıkıntı var mı gibisinden klasik soruları soruyor. Nedense neşeli kılıyor benim terminaller, neşeli neşeli konuşuyorum abimle, her şey tamam diyorum, az önce az kalsın bir çocuk sıkıntı oluyordu ama olmadı, sonra anlatırım diyorum.

 Hala anlatmadım abime.

 Bir omzumda sarı valizim bir omzumda dizüstü bilgisarımla daha önceden ayırttığım biletimi almaya giderken klasik sahnelerden birisini yaşıyorum. Seyahat şirketlerinde çalışan elemanlar laf atıyorlar bana, Sakarya'ya gitmek için bilet ayırtmış olan bana; Tokat'a gönderelim seni der gibiler, yok yok sen bence Çorum'a gitmelisin der gibiler. Sarı valizimden olsa gerek "Fenerbahçeli" diye sesleniyor birisi bana, zaten hoşlanmadığım bir sahneyi yaşarken bir de "Fenerbahçeli" olarak çağırılmak iyice sinirlerimi geriyor. Alıyorum biletimi.

 Ne yapmalı ne yapmalı? Daha bir saatten fazla var otobüsün kalkmasına. Çiş yapmalı önce. Ama ondan önce bir çay içmeli. Öyleyse yürü Mert. Sırtında taşıdığın valizin dizlerinin iç kısmına vursun, yamuk yamuk yürü, yamuk yürüyorsun ya yolunu uzat. Akıllı Mert.

 Otur Mert şuraya.

 "Bir çay alayım" diyorum mekanı işleten ya da garsonluk yapan, sonuç itibariyle benden siparişi alacak olan yaşlı amcaya. Saniyelerle ölçülecek bir süre içerisinde geliyor çayım. Ezel var televizyonda. Herkes izliyor.

 Bakalım neymiş Ezel. Neden herkes izliyormuş neden herkes seviyormuş.

 "Bakar mısınız, valizimi burda bırakıp tuvalete gitsem, beş dakika göz kulak olur musunuz?" diyorum aynı amcaya, "git git" diyor. Gidiyorum.

 Gelirken bir çocuk; üzerinde pet bardaklar kesme şekerler olan bir tepsi ve bir termos çayla gezici çaycı bir çocuk "şşşt" diyor bana. Pis pis, tehtitkar bakıyor. "Çay iç" diyor. Emir kesin. Üzerime yürüyor, yolumdan çok da sapmadan yanından sıyrılıp geçiyorum. Eski masama oturuyor sarı valizimi yerinde bulduğum için Tanrıya şükrediyorum. Bir çay daha istiyorum. Ama bak sen şu işe, az önce beni ayaküstü tehtit eden çocuktan istiyorum, meğersem orada çalışıyormuş, oradan alıyormuş termosu, tüm terminali doşalıyormuş da aslında oranın işçisiymiş. Bir parmağımı kaldırıyorum, bilmesi gerek bunun bir çay anlamına geldiğini. Anlamıyor yaklaşıyor, "çay" diye sesleniyorum, iyece yaklaşıyor madem gelsin doğru dürüst söyleyeyim.
 -Bir çay
 -Neskafe?
 -Çay
 -Çay, büyük?
 -Çay küçük.

 Kulağında bir sorun yok bu çocuğun, neskafe de büyük çay da küçük çaydan pahalı sorunu bu.

"Hmm aslında fena değilmiş Ezel." Bir çay daha...

 Anons geliyor, saat onda kalkacak olan araçlara iyi yolculuklar filan diyor hoş sesli bir kadın ki hep aynı kadındır bence o, Yıldız Dinlenme Tesisleri'ndeki kadın da odur, belediyede çalışan "İlan ve yayın bürasu, ilan" diyen kadın, kaybolan bir çocuğun haberini veren çocuğu tarif eden o kadın hep aynı kadındır. Otuz yaşındadır, yirmidokuzdur elbet; küt saçlıdır kahverengi; sıradan, dikkat çekmeyen bir tipi vardır, bir çocuğu vardır belki. Aynı kadındır.

 On buçuk anonsu yapılsın kalkarım.

 On buçuk anonsu yapılıyor. Aynı kadın "iyi yolculuklar" diliyor. Kalkacağım tam. Bir adam, bir kaç dakikadır utana sıkıla masamın yakınlarında volta atmakta olan bir adam cesaretini toplamış geliyor yanıma. Bir sigara istiyor, masaya da elli kuruş bırakıyor, "ücreti karşılığında" diyor. "Abi son bir sigara kaldı o da sarma sigara iyi değil yani istiyorsan al" diyorum, ekliyorum "paraya da gerek yok içemeyecektim zaten onu atacaktım ben"... Gülümsüyor adam sigarayı alıyor, benim daha önce girmediğim bir yere doğru yürüyor, bir dahakine gidip bakacağım nereye çıkıyor o yol diye. Kalkıyorum. Valizimi takıyorum omzuma, arka masamda iki tane kadın, tam geçeceğim yere kurulmuşlar, sallana sallana yamuk yamuk o noktaya kadar geliyor bir hareket bekliyorum kadınlardan, istiflerini bozmadan sigaralarından birer nefes daha alarak günün en hit dedikodusu üzerinde konuşmaya devam ediyorlar, filmlerdeki kötü kadınlar gibi gülüyor bir tanesi, zorlana zorlana geçiyorum daracık aralıktan, içimden küfür ediyorum, ama ağır küfürler değil, ciddiyim.

 On adım daha yürüyeceğim tahmini, sağa döneceğim otuz dokuz peron ileriye gidip beklemeye başlayacağım. Önümü kesiyor az önceki çocuk, "çay iç!" emir kesin. "Hayır içmeyeceğim" cevabım da kesin. Ama ikna olmuyor, "al" diyor elime bir bardak tutuşturuyor. "Ya acelem var gideceğim ben hem otobüs kalkacak" diyorum, "kaçta senin otobüs" diyor. Yok bu yalanı yemeyecek, "az önce üç tane çay içtim, istemiyorum hem yüklüyüm ayaküstü çay içemem" diyorum, gayet sakin gayet kendinden emin "tamam kardeşim, hafifleteceğim ben senin yükünü biz seninle daha ne muhabbetler edeceğiz" diyor elini benim valize atıyor, omzumdan indirip yere koyuyor valizi, ara vermeden bardağıma çay koymaya yelteniyor. "Ya hayır" diyip bardağı tepsiye bırakıyorum, tekrar veriyor, "bu benden olsun" diyor. Tabi ki ondan olmayacak çay biliyorum ama kurtuluş yok. Dolduruyor çayımı. konuşmaya başlıyoruz.

 -Nereye gidiyorsun?
  -Sakarya
 -Okuyor musun orada?
 -Evet
 -Lise mi?
 -Üniversite
 -On sekiz yaşında mısın?
 -On dokuz. Sen kaç yaşındasın?
 -On sekiz

 O da benim gibi küçük gösteriyormuş meğersem.

 -Kaç para bu çay şimdi?
 -Bir buçuk.
 -Vay, iyi bakalım.
 -Ya az önce bir tane adamı dövdüm.
 -Neden?
 -Bardağı verdim eline, attı bardağı tepsinin üstüne nah böyle bak, en sinir olduğum şey, senin kız bacını s... dedim. Sen kimin falan diyemeden elimin tersiyle vurdum ağzına gitti güvenliğin yanına.
 -Hmmm.

 Burda bariz bana gözdağı vermeye çalışıyor. Ben de inadına rahat konuşuyorum, çünkü gerçekten korkutmadı beni. Korkabilirdim aslında, tanıyorum kendimi, bir şekilde kavgalardan uzak durdum, bir kavga ihtimali beni korkutabilirdi, korkmadım.

 -Bi' sigaranı içerim kardeşim.
 -Bitti, şimdi bitti masada bıraktım pakedi.
 -Hıı, ne sigara içiyorsun sen?
 -Winston Box
 -Gideyim alayım ben parasını verirsin bana.

 Hop dur len boşver falan diyemeden gitti eleman, elimde pet bardakla çay yerde sarı valizim sap gibi kaldım. Üç-beş metre ötemizdeki midyecinin bana acıyarak baktığını gördüm, ya da kendine kızıyordu ben yanlış gördüm, "ben insanlara zorla midye yedirtemiyorum" diye kızıyordu kendisine belki. Geldi çocuk geriye, "Hepsi on lira ehe ehe" dedi. "Yoook" dedim "bu sigar beş buçuk lira ehe ehe". Çıkarttım verdim parasını. Bir tane de sigara verdim, bastı gitti sonra.

 Otuz dokuzuncu perona vardım.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Birşey Yapmalı

 Hastaneye gitmeliyim, öksürüyorum, ciğerlerimi halıya yapıştırmam an meselesi. Küfretmeliyim, şuursuzca küfretmeliyim, Belki de şimdi Sakarya'da olmalıydım, küfrederdim ne güzel. Uyanmamış olurdum, ya da daha uyumamış, sallama çay içiyor olurdum, kaşarlı simit yiyor olurdum.

 Birçok şeyi yapmamalıydım belki, birçok şeyi de yapmalıydım da yapmadım. Yaptıklarımdan mı yapmadıklarımdan mı daha çok pişmanlık duyarım? Ne bileyim anasını satayım. Hiç birinden hiç bir halt duymasam en iyisi değil mi. Yaşasam sadece. Böyle yapsam mı şöyle desem mi, şurda şöyle mi davranmalıydım diye düşünmeden paldır külldür yaşasam. En iyisidir şüphesiz. Gerçi yoktur böyle bir insan hayatı. Varsa da gözüme görünmesin o insan hayatı, kıskanırım çünkü. Kıskancım ben. Aşırı kıskanç.

 En iyisi şu anda, oturup tekrar ve tekrar "Yüzüklerin Efendisi" izlemektir belki. Belki de Yüzüklerin Efendisi'ni silmek, bir daha izlememek "yeter muğa koyim zilyon kere izledim" demektir. Yapmayacağım öyle birşey. En iyisi izlemektir şimdi. En iyisi değildir belki de, canım istiyor. Arwen'in gül yüzünü göreyim biryol. Theoden'in "forth eorlingas" diyerekten, "death" diye bağıraraktan altı bin süvariyi arkasına takıp yaklaşık elli bin kişilik ork hattını yarışını izlemeliyim.

 Mesela şimdi çalan müziği kapatmalıyım belki. Tarkan dinlemeliyim belki. Ben o şelale saçlara! Belki sigara içmemeliyim, yok yok bir tane daha yakayım.

 Paramı saklamalıyım sanırım. Bol bol harcamamalıyım. Ya da şimdi gidip hepsini kediye yüklemeliyim. Of anasını satayım.

 Eski hayatımı geri kazanıyorum yavaş yavaş.

 Şimdi şu dizüstü bilgisayarı bırakmalıyım belki elimden. Dizimde duruyor ya, arkadaş söyledi cinsel sorunlar yaşamama sebep olabilirmiş. Belki korkutuyordur beni. Amaan. Belki bu yazıyı yayınlamamalıyım. Yayınlayacağım ama. "Bu ne lan?" diyeceksiniz okurken. Beğenmeyeceksiniz. Ben de beğenmiyorum zaten, çok az yazımı beğeniyorum ben, onları da belki kimse beğenmiyor ne bileyim. Belki de yazmayı da bırakmalıyım. Ama öyle bir şey de yapmayacağım. İnadını yazıyorum, kusura bakmayın. Çayım soğumadan içmeliyim sanırım. Evet bunu yapacağım. Aylardır yaptığım tek mantıklı hareket olacak belki de bu. Çay soğumadan içeyim. Çok mantıklı ya.

 Keşke her şey bu kadar basit olsa. İçmezsem çayı, beklerse öyle,  soğur. İçeyim o zaman. Basit.

 Son günlerde sürekli yolculuk yapıyorum. Seviyorum bunu. Farklı noktalara gitmek istiyorum ama artık. Lanet olsun. İnsan hayatı böyle sürüp gidecek değil mi? Bir sonraki aşamanın daha güzel olacağını hayal edip duracaksın her zaman ama o bir sonraki aşama daha güzel değil, daha zor olacak. Emekliliğe kadar gidiyor bu. En son diyorsun ki, "hele bir emekli olayım, gezerim tüm dünyayı" misal. Sonra da ölümü beklersin herhalde. Emeklisindir, bir ömür daha güzel olacak daha güzel olacak diye kandırmışsındır kendini, ilerleyen zamanlarda kendi çocuklarını, yeğenlerini; ve görmüşsündür ki, yok daha zor oluyor sadece, daha karmaşık oluyor. Bir sonraki aşamayı düşünürsün yine. Hele bir öleyim de...

 Yok arkadaş.

 Yüzüklerin Efendisi'ni izlemem lazım sanrıım. Orta Dünya'ya gitmem lazım. Tüm derdim tasam Orta Dünya'nın karanlığa gömülüp gömülmeyeceği olsun. Bu dünyadan banane.

17 Ekim 2010 Pazar

Birilerini Onaylamak

Adam havadan para kazanıyordu, bir de balondan, plastikten yani, yani petrol ürünü. Amerika olmalıydı bu işin içinde. Adam ajan olmalıydı. Havalı tüfekle atış yapıyorlar, balonlardan birisi patlıyor, adamın içine üflediği hava serbest kalıyor, normal hava aslında ama, değil de; onun ciğerlerine giren hava çünkü, sıradan tepkimelere maruz kalsa da, o adamdan birşeyler alarak çıkıyor ağzından, doluyor balona. Sonra patlıyor, sonra ıska geliyor, sonra mavi olan balon patlıyor, izleyicilerden  birisi kızıyor, “maviyi patlattı piç.” Sonra gülüyor o birisi. Tüm gece gülüyor. 

Çok güzel yaa diyor o birisi, evet çok güzel, onay alıyor bu gece bilmemkaçıncı kez aynı fikre. Çok güzel. Ney? Herşey. 

Hayat zor be diyor aynı birisi. Evet çok zor, yok yok değil aslında. Onay alamıyor bu sefer birisi. Zor değil aslında. Çok kolay, ama biz itinayla zorlaştırıyoruz. Önyargılarla, kurallarla, tabularla, olurlar-olmazlarla, doğrular-yanlışlarla; kırk çeşit basmakalıp içi boş sözcüğün içini dolduruyoruz, suni oluyor bu, tam dolmuyor, bu içi boş değerlerimizi bir an unutmadan, çok da güzel zorlaştırıyoruz herşeyi. Çok basit aslında, gerçekten basit. 

Ne oldu? İki dakika geyik yapmayı bıraktım kurudun kaldın? 

Üşüyor birisi, hava soğuk, gece yarısı olmuş, sokaktalar. Ama umursamıyor sanırım, eğer umursuyor olsaydı havanın soğuk olmasını sokakta olmalarını, “gel” demezdi “ şuradaki banka oturalım, manzaranın tadını çıkaralım”.  Onay alıyor bir kez daha birisi. Hadi oturalım. Oturuyorlar. Susuyorlar. Birisi gülüyor. Neden güldün? Gülmem için sebep gerekmez benim, öğrenemedin mi? Doğru. Tekrar onaylıyor birisini Onay. Güzel bir isim Onay, bu dünyaya gönderiliş amacı ismiyle açıklanmış, önsöz gibi duruyor orada.  Bir şarkı tutturuyor Onay, sessiz sessiz. Sessiz sessiz söyler zaten o. Bağırmaz hiç, birisinin aksine. Sesinin ayarı yoktur onun da her zaman bağırır o da. İki ses karışıyor, ama birisi duyuluyor sadece: “birazdan kudurur deniz…”
Yanlış şarkıyı yanlış zamanda yanlış yerde söylüyorlar. Kuduruyor deniz. Hiç ses etmeden birden çöküveriyor tepelerine. Çarşaf gibi su birden, tek bir tane büyük dalga oluşturuyor ve birisi ile Onay’ı ıslatıyor. Apar topar kalkıyorlar yerlerinden, geriye çekiliyorlar, birkaç gülüş sesi geliyor, kahkaha değil, gülüş sesi. Diğer iki arkadaşın yanına gidiyorlar, onlar hala gülmekte bizimkilerin ıslak haline. Hadi diyor birisi, gidelim oturalım banklara. Bu sefer dördü bir gidiyor, önce bankları mendille kurulayıp sonra kuruluyorlar ayrı birer banka ikişer ikişer. Ne olursan olsun kalkmak yok haa! 

Birisi hala üşümekte. Titriyor. Üşüyorsun. E ne yapacaksın? Ceketi vereyim. Hadi len! Vermem ki zaten kafan mı iyi. Hıh diyor birisi saçını savuruyor, gülmemeye çalışarak sırtını dönüyor. Beceremiyor, gülüyor, gülmek için sebebe ihtiyacı yok onun. Gel yanaş biraz. Peki. 

İyi mi şimdi ısındın mı biraz? Evet daha iyi. İyi iyi. Gecenin klişe cümlesi haline gelen cümleyi tekrarlıyor Onay: “Çok güzel yaa”. Birisi onaylıyor bu kez. Evet. Gülüyor yine. Ama şu çöpler olmasaydı gözümüzün önünde, daha iyi olurdu. Niye bakıyorsun ki çöplere daha uzağa bak.  Onaylıyor Onay, doğru diyorsun. Birisi gülüyor yine, böyle muhteşem manzara var sen çöplere bakıyorsun hihihi. 

Şimdi güneş doğmuş, bilmemkaç kez tekrarlanan ibareyle “çok güzel gece”  sabah ezanının okunmasıyla bitmiş aslında ama, bizimkiler son demlerini yaşıyorlar “çok güzel gecenin”. 

Sen böyle koluma giriyorsun ya, kolun boşlukta gibi olmuyor mu, ağrımıyor mu? Yoo. Hıı iyi o zaman. Rahatsız olduysan çekeyim? Yok rahatsız olmadım, sen rahatsız mısın diye sordum. 


Onay gülüyor. Gülmek için sebebe ihtiyacı vardır onun. Birisi de biliyor bunu. Neye güldün? Hiiç, fıkra. Ne fıkrası o anlatsana? Şey, yok fıkra mıkra, öylesine güldüm.  Birisi gülüyor, birşeyler anlatıyor eski günlerden. O gün içinde bilmemkaçıncı kez bir yerler takılarak düşme tehlikesi geçiriyor ve yine düşmeden kurtuluyor, bir köpek görüyor çok korkuyor, sanki o da korkmuyormuş gibi Onay’ın arkasına saklanıyor, kolunu sıkıyor, güçlü bir kız, Onay’ın canı acıyor da bozuntuya vermiyor. 

Onay gülüyor. Gülmek için sebebe ihtiyacı var onun biliyorsunuz artık. Birisi de biliyor bunu, bunu da biliyorsunuz. Tekrar soruyor birisi, neye güldün? Şey ya, batak, batağa güldüm. 

“Mesela koz maçadır, son üç dört kağıt kalmıştır. Yere maça 8-maça 10 düşmüştür, senin elinde de maça kız ve maça as vardır. İşte orada komik oluyor bu oyun. Ya kızı atıyorsun, risk alıyorsun senden sonraki adamda papazın olmadığını varsayıyorsun, atıyorsun ve alıyorsun; o zaman ası atıp papazı da çekersin. Ama  kızı atarsın üstüne papaz atılır, kız gitmiştir. Ya da direk ası atarsın risk almazsın.  Son iki durumun her ikisinde de yani risk alsan da almasan da bir alırsın. Komik değil mi?“ 

Birisi reddediyor hikayeyi, baştan kurguluyor, bir kere böyle bir konum olmaz zaten neden koz sekiz düşsün ki birisi papaz ondaysa düşer anca papaza iş yaptırmak için, bıdıbıdıbıdı…
Hayır diyor onay, ben bu kadar derin bir inceleme yapmaya çalışmıyorum, bir şey söylemeye çalışıyorum bak, bazen risk alsan da almasan da elde edebileceğin şey aynıdır, bırak bu konumu örneği geç ya da daha mantıklısını kur banane! Birisi devam ediyor, tükürükler saça saça heyecanla anlatıyor, anlamıyor. Dur bir saniy… Mümkün değil. Sabırla dinliyor Onay sonuna kadar, batak konumlarını. Sonra da demiyor, demez çünkü, bağıramaz da o, onaylar çünkü o ,Onay’dır çünkü, risk alması mantıklıysa risk almaz, aptaldır! Demiyor ki: “Senin arkadaşlığın artık benim için çok da fazla şey ifade etmiyor, bugün burada seninle arkadaştan öte olmamız gerektiğini anladım. Şimdi yapacağım şey maça kızı oynamaktır. Sen ya maça papaz atacaksın, diyeceksin ki saçmalama. Ya da maça dokuz atacaksın, vale atacaksın ne bileyim, diyeceksin ki ben de seninle arkadaştan öte olmak isterdim. Ası oynamak ise, sana bunların hiç birini söylememektir, sanki hala eskisi gibi, yakın arkadaşımmışsın gibi davranmaktır, kayıptır bu, çünkü artık değilsin, artık senin arkadaşlığın çok da önemli değil. Yani ası atarsam sıfır alırım, kızı atarsam ya sıfır ya bir alırım.”
Ası attı tabii ki Onay.





12 Ekim 2010 Salı

Değişmeyen Tek Şey

 Birisi var. Benim o. Bir yıllığına ara verdiği ama daha önceden de bu kadar ağırına alışkın olmadığı bir tempoya girdi. Girdim yani ben. Yaşıyoruz bir şekilde be. Bir kaç şey sayacağım, iyi şeyler mi oluyor kötü şeyler mi oluyor merak ediyorum da.

*Geçen sene bilgisayarım olmadığı için sürekli kitap okurdum, bu sene sürekli film izliyorum.
*Geçen sene küfretmezdim, zaten yeni girdiğim ortamlarda sessizimdir ancak çabuk alıştım buraya, feci halde ağzım bozuldu eve dönünce saçmalamam umarım.
*Geçen sene öğlen birden itibaren boş oluyordum, ders çalışmam gerekmiyordu. Yapacak bir şey de bulamıyordum canım sıkılıyordu. Bu sene ise gece onda bitiyor dersim, ders çalışmam gerekli sürekli bilgi yüklüyorlar bünyeye hem de kırk yıldır bildiğim şeyleri bilmediğim bir hale sokarak yüklüyorlar. Çalışmam gerek ama yapacak o kadar çok şey buluyorum ki, ki bunların arasında bloga yazı yazmak da var, ders mers çalışamıyorum.
*Geçen sene yirmi kişilik sınıfın yarısı kızdı. Hiç biri bana "yar olmadı" ama olsun, karşı cins vardı bulunduğum ortamlarda. Bu sene bilmemkaç kişilik sınıfımda her biri birbirinden "çikin" üj-bej tane kız var. Yurtta da -benim de alıştığım üzere- sürekli küfreden benim gibi tipler var.
*Geçen sene batak nedir bilmezdim, batak geceleri düzenliyoruz. Yavaş yavaş öğreniyorum daha önce bir yazımda "pek de madah oyun değilmiş" demiştim ya; töbe haşaa! Hatta foratımıza uygun olsun(!) Hey Töbe Mastam.
*İki kez finale çıktığım (...) Erkek Öğrenci Evi İkinci Öğretim Katı Kişilerarası PES(Pro Evolution Soccer) Turnuvası'nı bir kere kazandım.
*Yaban TV izleniyor bazen burada, kurt-kuş avı bakıyoruz n'apalım. Ezel muhakkak izleniyor, Kurtlar Vadisi'sini söylememe gerek yok sanırım, bir de Öğretmen Kemal izleniyor. Geçen sene hiç televizyon izlemezdim. Salona inmezdim zaten, odamda geçirirdim tüm zamanımı.
*Saçlarım uzundu, şimdi kısa. Boyum da sanki daha uzaymış gibi geliyor bana, daha güçlüymüşüm gibi, daha sağlam, ne bileyim öyle bir şey işte.
*Akşam onda dolmuş sırası bekliyorum, eğer ayakta yolcu alıyorsa ve hala ayakta yolculuk yapmaya yetecek yer varsa biniyoruz aynen.
*Bunlardan sanane ki.

 Sabah oldu, değişmeyen şey bu. Sabah oldu, ben ayaktayım, oturuyorum aslında ama uyanığım yani. Uyanığım aslında ama fazlasıyla safım da. Safım ama kötü bir insanım da aynı zamanda. Şu zamanda, şu anda düşündüğüm tek şey var: market.

 Değişmeyen şey her gün okula gittiğimde kimlik kontrolünü maruz kalmam. İçgüdüsel bir şekilde -bence öyle- beni rahatsız ediyor her okula girişimde kimliğimi gösterme zorunluluğum. Değişmeyen tek şey değişimin kendisiymiş, herşeycikler değişirmiş. Sabaha kadar vakit öldürmem, uyuyamamam değişmiyor, hala kimliğimize bakıyorlar, evet biraz daha uzun boylu hissediyorum gerçi ama. Neyse.

 Akıntı hızında koşarsam aynı nehirde tüm gün yıkanabilirim ben. Hayde eyvallah.

26 Eylül 2010 Pazar

Sakarya

 Güle güle demiş İzmir bana, hayırlı yolculuklar demiş arkamdan da su da dökmüş.

 "Welcome to Hell" diyordu az kalsın Sakarya bana. Demedi. İzmit'i geçip Sakarya'ya yaklaşırken kara kara bulutları gördüm. Dedim tamam. Hoş bir karşılama bekliyor beni. Islanmasın diye bilgisayarımı nerelerime sokarım artık! Ama yağmadı , yağmadı ya, bu yazının da seyrini değiştirdi aslında.

 O gün gelmişmiş. Hani bir senedir, "tee eylülde giderim ben artık Sakarya'ya" dediğim gün gelmişmiş. Gitmişmişim ben.

 Anlatsam mı anlatmasam mı bilemiyorum. Olaylı oldu biraz gidişim. Buruk gittim biraz. Planlarım tutmadı. Tutmazlar zaten adiler. Hiç planlamadığım bir şekilde gittim.

 Gidişim buruktu ama. Yolculuk bana neşe verdi. Şaşırdım, Sakarya'ya gidişime neşeleniyordum. Sadece iki ay kaldığım bu şehirde bugün bir sürü eski yüz gördüm. Sevindim.

 Artık Sakarya'dayım yani. Yazarım gine. Umarım yazacak şeyler yaşarım burada.

24 Eylül 2010 Cuma

Diyecek/ceğim

 Saat gece yarısını geçti. Bir kaç dakika geçti ama geçti. Annemin araması gerekirdi.  Onu karşılamam gerekirdi. Banyodan da yeni çıktım. Saçlarım ıslak. Sokağa çıkmamak lazım bu halde aslında. Annem gecikti. Bir radyo çalıyor. İsmini cismini bilmediğim gruplar çalıyor. Terliyorum. Fazla sıkı giyinmişim evin içinde. Sıcak oldu. Ama soyunursam da iyi olmayacak. Böyle iyi. Annem hala aramadı. Dün bir durak ötede indirdiler onu. Gidip oradan karşıladım. Bugün ne olacağı belli değildi. Nerede ineceği. En son konuştuğumuzda ararım demişti. Arayıp nerede karşılamam gerektiğini söyleyecekti. Arıyor.

 Konuştum. Yirmi-yirmibeş geçe durakta olacakmışım. Karşılayacağım onu. Sokağa ineceğim, bir adam göreceğim apartmanın önünde, bir sigara yakacağım. Durağa gidip oturacağım. Yanımda bir adam olacak. Az ilerimde bir adam daha, iki dakika sonra bir çocuk daha eklenecek, şortunu terliğini giymiş. Herkes kısa kollularla olacak. Ben sıkı sıkı giyinmiş. Bit motorsiklet geçecek önümden. Üzerinde iki kişi. Arkada oturan önde oturana laf anlatmaya çalışacak, bağıra bağıra anlaşacaklar. Bir tane servis geçecek önümden, durmayacak; bu değilmiş. Sonra bıir tane daha, bir tane daha, sonra bir tane de karşı şeritten geçecek. Daha gelmeyecek. Saate bakacağım, yarım olmuş. Sonra telefonumu elimde döndürmeye oynamayaca başlayacağım. Bir servis daha. Bu da değil. 00:35. Kızmaya başlayacağım. Hani yirmi geçeydi. Bir çocuk geçecek önümden ben yaşlarda. Elinde telefon, karşı şeride oradan karşı yola orada ara sokaklara... Sevgilisinin evinin önüne gidecek, penceresine gidecek. Kız pencereden bakacak. Oğlan sevinecek. Bir mesaj daha atacak. "Çok özlemişim seni" diyecek belki... Bir amca daha katılacak ekibe. İşten dönen karısını, kızını, kardeşini, annesini karşılayanlar ekibine. Bir minibüs gelecek. Beni 3-5 metre geçince duracak. İçinden annem inecek. Servisteki arkadaşlarına el sallayıp yanıma doğru yürüyecek. Ben de bir kaç adım yürüyüp duracağım, aynı hizaya geldiğimizde yürümeye başlayacağım, başlayacağız beraber.

  Nasılsın diyecek. Öksürüp tıksırıp iyiyim diyeceğim. Acıktım ben diyeceğim. Çay demledim içeriz diyeceğim. Tamam diyecek. Elimi omzuna atacağım. Minnacık kadın zaten. Bir bakkala mı uğrasak diyeceğim. Hasta halime iyi gelecek bir şeyler mi alsak? Bilmem ki diyecek. Bakkala uğramayacağız. Eşyalarını topladın mı diye soracak bana. Biraz topladım. Biraz ama. Valize doldurmadım daha. Bütün gün evdeydin oğlum diyecek, hallediverseydin ya diyecek, bak iki gün sonar gidiyorsun diyecek. Pof diyeceğim, hallederiz. Hep hallederiz zaten diyecek, kızacak. Öksüreceğim tıksıracağım yine, konuyu değiştireceğim, yarına da iyileşemezsem doktora gidelim? Git sen diyecek kesin. Yaa diyeceğim tek gitmek istemiyorum. Yuh diyecek, on dokuz yaşındasın seni ben mi götüreyim hastaneye diyecek. Evet diyeceğim.

 Saat çeyrek geçiyor. Ben iniyorum durağa.

23 Eylül 2010 Perşembe

Sok Sopayı

 İki tane yazı hazırladım, ikisi de şimdi hazırlayacağım kadar berbattı eminim ki. İkisini de yayınlamadım. Belki bunu da yayınlamam, iğrenç taslaklarımdan birisi olarak kalır bu da.

 Eskiden bir yazıyı tamamladığımda iyi mi kötü mü düşünmeden "sok sopayı" edasıyla direk yayınlardım. Son günlerde bir pimpiriklilik çöktü bana.

 Son günlerde çöktüm çünkü ben.

 Hastayım çünkü ben.

 Bir çeşit kimlik kargaşası yaşıyorum. Yani nasıl anlatsam. Nasıl bir adam olduğumu unuttum. Gerçek hayatta nasıl bir adam olduğumu biliyorum, unutmadım henüz ama, burada. Unuttum. Nasıl şeyler yazarım ki ben. Nedir benim yazdıklarım.

 Boşver diyorum madem öyle. "Sok sopayı" diyorum tekrar ve tekrar.

19 Eylül 2010 Pazar

Üç Sene

8/9/2007
Evin salonundaki koca yemek masasının üzerine konulmuş bilgisayarıyla bir şeyler yaparken sabah saat 06:23 olmuştu. İçeride anne babası uyuyordu, bu yüzden bilgisayarın hoparlörüne bağladığı kulaklıkla müzik dinliyordu. Yarım saat on beş dakikada bir dönüp baktığı televizyonda sabah haberleri vardı. Sokak ışıları sönmek üzereydi, çöpçüler çoktan mesaiye başlamışlardı.
 Birden arkasına döndü televizyona odaklandı, ancak odaklanacak kadar dikkati yoktu, haberin ne olduğunu ne anlattığını anlamadı, önemsemedi de durumu. Müzik dinlemeye devam etti, hafiften kafasını sallamaya başladı hatta.
 Tüm aciz insanlar gibi bir mucize bekliyordu. Ona başarıyı verecek, onu yükseltecek, hiç olmazsa sabahın bu saatlerinde uyanık olmasının sebebini yeni kalkmış olmak kılacak bir mucize! Hayattan mucize beklemenin acizlik olduğunu iyi biliyordu ve harekete geçmesi gerektiğini de. Peki ne yapmalıydı? Ne yapabilirdi ki? Sırıtmaya başladı, bir karar vermişti herhalde.
 Mozilla Firefox’u aşağıya aldı ve masaüstünü sağ tıklayıp bir sözcük işlem programı çalıştırdı. Hep edebiyata ilgi duymuştu ve şu anki kendi durumunu anlatacaktı. Hem de 3. kişi ağzından. Yazmaya başladı:
 “ Evin salonundaki koca yemek masasının üzerine konulmuş bilgisayarıyla bir şeyler yaparken sabah saat 06:23 olmuştu. İçeride anne babası uyuyordu, bu yüzden bilgisayarın hoparlörüne bağladığı kulaklıkla müzik dinliyordu. Yarım saat on beş dakikada bir dönüp baktığı televizyonda sabah haberleri vardı. Sokak ışıları sönmek üzereydi, çöpçüler çoktan mesaiye başlamışlardı. “

 Bundan üç yıl önce blogger değil de blogcu üzerinden yazdığım yazı. Aslında bu yazıyı birazcık makaslıyıp öyle aktarmayı düşündüm ilkin. Sonra boşver dedim. Fikir ilginçmiş aslında, ama komik geliyor şimdi bu yazı bana. Bir de taradım o blogu, aralarında eli yüzü düzgün yegane yazı bu; düşünün artık ne feci yazılar var.

 Ama iyi bir şey değil mi bu? Üç sene önceki yazımı beğenseydim, üç sene öncesindeki seviyemde olduğumu anlardım. Şimdi neyim? Hala -çok afedersiniz- bir bok değilim ama. Yukarıdaki yazıdan daha güzel şeyler yazıyorum herhalde, değil mi?

 Umarım üç sene sonra bu blogdaki yazılarımdan da utanırım. "Ne salakça şeylermiş lan" derim. Umarım.

 Not: Stratejik bir hata yaptığımın farkındayım. Ayda zaten 3-4 yazı yazıyorken bir gecede iki yazı yazmak, ilk yazdığım yazıyı gömmektir, ama salla. Zaten dandik şeyler. Kalın sağlıcakla.

Serbest Çağrışım-8

*Bu sefer amacım bir serbest çağrışım yazısı yazmak değil aslında. Amacım günlük yazısı tadında birşey yazmak. Ancak o kadar çok koldan gireceğim ki konuya, yani öyle öngörüyorum. Belli olmaz belki de bir konu beller yardırırım oradan. Göreceğiz.
*Hani çocuklar şey yapar ya. Yeni bir oyuncak alır babası da, gidip o oyuncağı mahalledeki arkadaşlarına gösterir hava atar. Ben onu yapacağım şimdi. Dizüstü bilgisayar aldı babam bana, malum okul için gerekli; yeni oyuncağım o benim.
*Bir de tabi ki yarasıyla hava atan çocuk vardır. Söz, bir gün yere düşer dizimi kanatırsam yazacağım buraya, söz!
*Yarın konserim var.
*On altı şarkı var toplamda. Ben ikisini çalamıyorum. Yarın sesi kısıp çalıyor gibi yapacağım. Umarım konserimize geleceklerden birisi benim blogumdan haberdar değildir de ellerimle kendimi rezil etmiyorumdur.


*İşte bu da dozi'yle konuşurken aldığım bir screenshot.
*Herkes bana "ne zaman gidiyorsun" diye soruyor. Ya 21 ya 22sinde diyorum. Gerçi artık kararımı verdim 21'inde gideceğim.
*Şaka maka gidiyorum. Geçen seneki gibi heyecanlı değilim bu sefer gideceğim için. İstekliyim biraz. Ama herkese gerektiğinden az zaman ayırmışım gibi geliyor bana.
*Sürekli arkadaşlarımla görüşüyorum ki yeterli gelmiyor yine de, yine de az zaman geçiriyorum gibi geliyor bana; ailemle hiç görüşmüyorum.
*Bir gece diyorum annem kardeşim ben otursak evde, açsak bi' film izlesek... Hangi gece? Bu gece öldü. Yarın gece konser var. Sonraki gece son gecem. Kiminle geçireceğim o geceyi? Abime de gitmem lazım. Hatta babama da.
*Her zaman şu acındırmayı yapar babam bana ve kardeşime: Tabi işinizi gördünüz benimle, aldırdınız ne aldıracaksanız gidin şimdi!
*Ben genelde hedef olmam bu suçlamaya. Ama şimdi kalksa dese, "aldırdın ya bilgisayarı uğramazsın yanıma" diye. Bir halt diyemem. Ulan.
*Bir gün daha mı geç gitsem? Zaten okullar açıldığında gidiyorum. Ha iki gün geç ha üç gün geç. Dur bakalım.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Sıkıldım Ben

 Ben dedim Yüzüklerin Efendisi izleyelim. O dedi yok abi sevmiyorum öyle filmleri ben. Niye dedim ben. Saçma dedi. Niye dedim. Gerçek değil dedi. Sıkılmadın mı gerçeklerden be kardeşim? Dedim ben de.

 Ben sıkıldım gerçeklerden.

 Misal; bugün eski sınıf arkadaşlarımın tümüne yakını toplandık, güzel bir gün geçirdik. Akşam erkenden eve dönmesi gereken kızlarımız evlerine dağıldılar. Akşam erkenden eve dönmesi gerekmeyen kızlarımız ve akşam erkenden eve dönmesi gerekmeyen erkeklerimiz gezip tozmaya devam ettik.

 Bilindik bir geyiktir, "çok güldük başımıza birşey gelmesin" geyiği. Çok güldük bizde, Başımıza "evet" geldi. Gidip bir mekanda oturup tıkınırken televizyonda gördük sonuçları. Ne yapalım, Hiç olmazsa İzmir'den ve ilçemizden "hayır" çıkmasıyla övündük, kendimize pay çıkardık. Ama herkesin neşesi kaçtı "bir kaç" tık.

 "Halkımız" diye başlayan cümleler kurayım mı ha? Ya da "bizim millet" diye başlayan. Kurmayayım kurmayayım. Hali hazırdı eleştirmeyi düşünüyorum zaar.

 Benim çevremdeki tüm insanlar ki içinde yan masamızda oturan tanımadığım adamlar da var öyle cümleler kurmakta. "Halkımız" diyor. Kendisini o "aptal" topluluğun dışına atarak konuşuyor. Herkes Aziz Nesin anasını satayım.

 Bir yerde okumuştum hatırlamıyorum şimdi neredeydi. Diyordu ki; "herhalde Tanrı'nın insanlara en adaletli dağıttı şey zekadır. Zekasından şikayet eden birisini bulamazsınız." Doğru diyor.

 "Halkımızın" %60'ı "halkımızın %60ı aptal" diyor. Nasıl iştir anlayamadım.

"Kendini diğerlerinden farklı gören insanlar, kendini diğerlerinden farklı görmeyen insanlardan daha fazla. Ve aslında kendini diğerlerinden farklı görmeyen insanlar, kendilerini diğerlerinden farklı görmedikleri için farklılar birçoğundan. Bu da böyle biline." Demişim ben üç dört gün önce ff'de.

 Sıkıldım ben gerçeklerden. Eski sevgilimi her görüşümde yeniden saçma sapan hallere bürünmem gerçeğinden de mesela. 

 Not: Başlıktan feyz alıp yorum olarak "gtünü parmakla" yazanı sopayla kovalarım!

8 Eylül 2010 Çarşamba

Akşam Olur da Çıkar ya Yıldızlar.

 Yeni Kayıt dedim çok kez blogger'da. Hemen hepsinde de şimdi olduğu gibi yazacağım şeyle ilgili bir plan yapmadan paldır küldür girdim. Plan yapmayı geçtim herhangi bir konum bile yoktu bir çoğunda.

 Zırt pırt tema değiştirir oldum. Don değiştirir gibi derler ya. Öyle. Don değiştirmek... Önemli bir şey aslında. Siz bilmezsiniz demeyeyim de bir çoğunuz bilmez.

Üç gün ve gece üzerimde aynı giysilerle yatmak kalkmak, çalışmak zorunda kaldım. Çok önemli don değiştirmek çook.

 Ve yine bir çoğunuz bilmez tuvalete gidip de -çok afedersiniz- sıçmanın ne kadar lüks bir şey olduğunu.

 Ve de balı seversiniz. Herkes balı sever, ben çok severim mesela, benim dayıoğlu var bayılır, bi' arkadaş var hastası. Ama görseniz o balın arıdan nasıl alındığını, daha doğrusu, sağıldığını; tiksinirsiniz herhalde. Konu hijyen değil. O da bir konu aslında, hijyen. Ama konu sağımı yapan adamlar. O kadar iğrenç insanlar ki. Hakket iğrençler. "Yaramaz adam" lar.

-Çalışmak dert, arılar dert, maske giymesi çıkarması dert, sirke kokan ellerim büyük dert, anasını satayım sıçmak bile dert... Ama şu akşam oluyor da yıldızlar çıkıyor ya.

 Dedim ben. Güldü amcoğlu birasından bir yudum daha aldı.

 Akşam olmuştu gine. Birşeyler atıştırıyorduk, Feridun Abi ki kendisi manyağın önde gideni bayrak sallayanıdır "Mert yisene yemiyon hiç, amcan bayılır senin gibi işçiye, yemek yemez, şarap içmez rakı içmez" dedi. Yiyordum aslında, içiyordum da. Ama haklıydı şarap ki plastikte satılan leş gibi kokan bir şarap ve en düşük kalite rakı bana gelmedi. Yok içemedim biliyorum da kendimi bozacağım midemi dağın başında al başına belayı. Yemek konusuna gelirsek. Yediklerimiz yağ içinde yüzün gıda maddeleri idi. Herşey çok yağlı pişirildi, ve bilmiyorum neden; ya yorgun argın ve kurt gibi aç olduğumuzdan, ya da bol yağlı yemeklerin her zaman lezzetli olması gibi bir muhabbetten, çok lezzetliydi yemekler. Arada içine arı düşse de, arı kızartmasına dönüşüyor zaten bir anda, çatalın ucuyla attırıyoruz dışarıya tamam. Hala leziz ve hala tertemiz(!) yemeğimizi yiyoruz.

 Sonsuz bir argo kültürüne sahip arıcılarla üç gün geçirdik en nihayetinde. Tamam her halt dertti de, şimdi bi' laflar biliyorum var ya. Gidip arkadaşlarıma yeni öğrendiğim küfürlerle hava atasım var. O derece. Burada yazmaya dilim varmaz. Bunca zaman "dozunda küfürlü" bir blog oldu bura. Nezih bir ortam. Yazmam ama çıtlatabilirim belki.

 Söylemek istediklerini en küfürlü en kaba dilden söylemeye ant içmiş bilmemne abi dağın başında olmamızdan suyumuzun tükenmesinden ve erkeksi ihtiyaçlarından söz ediyor. Erkeksi ihtiyaçlar kısmı evet. Dedim ya en kaba dilden söylemeye ant içmiş, nasıl dile getirebilir sizce? "Kız yok yaa" demiyor. En beter hali.

 Neyse yüzüm kızardı bak şimdi.

 Bir de okuduğum bölümü beğenmedi Feridun Abi. Babama anlattım üç gündür gülüyor. "Ne okuyon len sen" dedi, "bilgisayar mühendisliği" dedim. "Hiç akıl mantık yok sizde bi boka çalışmıyo saksı sizin, bir öğretmenlik felan yazzeydin ya" dedi.

-Bir gün gel biranede misafirimiz ol Mert.
-Olur abi uğrarım bi gün.
-Ama zofliyi getirme yanında.
-...
-Karıya da götürrüz seni
-Eaaff.

 Hakket eööf. Son gün iş bitmeden önce Feridun'la aramızda geçen diyalogdur yukarıdaki. Bir laf da karıya kıza gelmesin bir laf da noktalama işareti gibi küfürle sonlanmasın. Bu arada "zofli" dedikleri amcoğlu oluyor. Ona koydukları lakap. Ne demek bilmiyorum.

 Ayrıca bakınız: Arılarını sağdığımız amcamın blogu.

 Son bir kelam edeyim izninizle. Tamam feci kaba saba adamlardı, dedim ya yaramaz adamlardı aslında ama ne bileyim işte. Bir çok yönden mazlumlar, cahiller aslında zehir gibi zeki olsalar da. Sevmedim, gıcık oldum ipnelere diyemem.


Fotoğrafı şu blogdan aldım.

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Sürat

 Hızlı hızlı yürüyorum. Şükrü Amca'nın büfeden eve doğru. Ya da önemli değil Kır Kahvesi'nden bilmem nereye doğru. Hızlı hızlı. İlla ki hızlı hızlı yürüyorum. Yanlış yapıyorum.

 Ben hızlı yürüyorum ya, ondan hızlı geçiyor zaman. Acele yaşıyorum çünkü. Ayaküstü yaşıyorum. Yanlış.

 Yok, şimdi "hayat üzerine bir deneme" yazacak değilim. Cin olmadan adam çarpmak derler ona. Ne biliyorum ki henüz.

 Ama. Öyle ya. Şu yaşamak denilen şey, bizimle beraber yürüyen birisi. Ne kadar hızlı koşsak kaçamayız, bir milyon kilometre hızında koşabilir çünkü isterse o. Her zaman bizim hızımızdadır. Arada bir bir kaç adım önümüze geçer de şaka eder bize. "Gidiyor lan" deriz. Gitmez.

 Hızlı hızlı içiyorum birayı, çayı, suyu, sigarayı. Yanlış. Bence.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Serbest Çağrışım-7

*Karşı apartmanın beşinci katından flüt sesleri geliyor.
*"Süper Baba" dizisinin müziğini çalıyor çocuk. "Süt içtim dilim yandı amanın ammanın" da çalıyor. Ama "llgaz Anadolu'nun sen yüce bir dağısın" çalmıyor. Halbuki biz onu da çalardık. Bozuldu eğitim sistemi.
*Konser var la gine bizim. Ama saçmalıyorlar mütemadiyen. Repertuvar mı derler ne derler hani ona, yarısı Kurban diğer yarısı Metallica. Arada da Mor ve Ötesi falan var bir iki tane. Çeşit yapmışız nasıl ama.
*Hayır neden İngilizce birşeyler söylüyoruz ki. Hey Töbe Mastam.
*Çok çeşit insanla muhatap oluyorum. Zıvanadan çıkartıyorlar adamı. Ama bu sizi neden alakadar etsin ki.
*Altı ay öncesine ait şeyler duyuyorum, benimle ilgili. Dumur oluyorum.
*Bir aralar ne kadar hareketli bir hayatım vardı.
*Şimdiden başlamışsam yakınmaya, "eskiden ne güzeldi" demeye, sçmışım ben.
*Neyse, okullar açılsın hele bir.
*Biliyor musunuz, ben çok kolay kandırılabilir bir adamım. Bir önceki yazımla da alakalı bir durum. İşte burda dediğim gibi. Basitim herhal.
*Bir keresinde şu internet şakasıyla çok iyi keklenmiş, tırstığımdan akşam arkadaşın evinde kalmıştım. Sabah uyandığımda hala etkisindeydim hafif. "Ne geceydi be" demiştim. "Ne gecesi, basit bi internet şakasıydı" demişti arkadaş. Sonra dillere pelesenk oldu benim keklenişim.
*Yine bir keresinde, bunalımdaykene ben. Msn'den birisiyle tanıştırdılar beni. Elizebeth isminde Liverpool'da yaşayan bir ablamızla. Manitasından henüz ayrılmış ve hatta "olaylı" ayrılmış ben, Elizabeth'le sabaha kadar çat pat İngilizce'mle sohbet etmiş rahatlamıştım. Tee anasının dininde oturan, hiç bir zaman yüz yüze gelmeyeceğimiz bir insanla, bir yabancıyla konuşmanın rahatlığıyla açıldıkça açılmıştım. İki üç gün sonra öğrendim Elizabeth'in aslında bu blogun sahibesi kişi olduğunu. İyi dşak geçtiler ne diyeyim. Geçerler ama. Birileri beni keklemek isterse kekler.
*Bir keresinde de...
*Of anasını satayım üçüncü kez aynı şekilde giriyorum ama kusura bakmayın, evet bir keresinde de keklenmek korkusuyla "tedbirli davranmak" olarak isimlendirdiğim bir şeyi yapmış rezil olmuştum. Her halikarda rezil oluyorum zaar.
*Dersane çıkışı telefonum çaldı. Açtım, bir tane kız konuşmaya başladı. Özetle de benden "pek bir hoşlandığını" söyledi. İsmini cismini de söyledi. Ben de onunla dşak geçtim. "Garanti birisi beni keklemeye çalışıyor len" diye. İki gün sonra geldi söz konusu hatun kişi serviste yanıma oturup "hala şüphen var mı" dedi. Konuşmayı yeni sökmüş bir çocuk düşünün o anda. İşte öyle bir şeye dönüştüm. "Yok" diyebildim.
*Öyle yani.
*