8 Haziran 2011 Çarşamba

Ama Yook

 Sokak bomboştu. Filmlerde, çizgi fimlerde gördüğü hayalet kasabaları andırıyordu geçmekte olduğu muhit. Birden Red-Kid geldi aklına. Nedense.

 Yalpalaya yalpalaya, ışıksız tek tük evlerin arasından, sokak lambaları olmayan bir sokağın tam ortasından yürüyordu. Sokak düzgün bir asfalt değildi, belki yıllar önce asfaltlamıştı belediye burayı, uzun zaman önce, yol aşınmıştı; zaten sarhoştu, zaten canı acıyordu, bir de taşlara takılıp tökezlemek çok yoruyordu kahramanımızı. Hava çok soğuktu, soğuk ısırıyordu. Ve şu anda patlak, kanamakta olan kaşını değil soğuğun uyandırdığı iğne batırılıyormuş hissini umursuyordu sadece. Bir de yoldaki tümsekleri. Bir de o "itoğlitleri".

 "Salağım ben, harbi salağım. Madem uydum bu heriflerin aklına, arabamla gelseydim bari. Yook. Ben salak değilim, safım birazcık, o itoğlitler gibi hinlik düşünmüyorum ben. Ama yine de. Keşke öyle yapmasaydım. Amaaan! Şansımı denedim altı üstü. Ve onlar da. Aşırı tepki verdiler. Off. Salağım ben. Bari içki içmeseydim. Zaten içmeseydim dövemezlerdi beni o tabansız herifler. Ama beklesinler bakalım, beklesinler. Bugünün yarını da var erkekler!" Son cümleyi biraz yüksek sesle söylemişti. Şimdi soğuğa küfrediyordu. Ellerini göğsünde kavuşturdu, zaten ilikli olan ceketini biraz daha büzüştürerek vücuduna yapıştırdı. Ellerini aşağı yukarı hızlı hızlı hareket ettirerek sıcak kalmaya çalışıyordu. Parmak uçlarındaki hissizlikse henüz pek umrunda değildi. Soğuğun canını yakıyor olmasını da , canının yanıyor olmasını da arayacaktı belki az sonra. Ama bilemeyiz. Belki de hemen şimdi bir arkadaşına rastlayacaktı, arkadaşının evine gidip sıcak bir sobanın karşısında onunla dertleşecekti, iki battaniye bir yorgan alıp üzerine, sıkı sıkı örtünüp uyuyacaktı. Hiç olmazsa böyle düşünmek istiyordu. Ama bir türlü denk gelemiyordu o arkadaşına. Şehir dışı denilebilecek bu yerde, etrafında göz alabildiğine tarlalar ve çok nadiren gördüğü evler -ki hepsinin ışıkları sönüktü- dışında hiç birşey yoktu.

 "Ah benim eşek kafam. Yook, eşek olan o. Ne olmuş yani, ne? Aptal herif. Bir sen mi beğeniyorsun o kızı? Tapulu malı sanki dürzünün. Hayır o aptal karı ne diye cingar çıkarttı ki? İncileri döküldü aşiftenin! Off ama. Yakışıksız bir hareket miydi ki benimkisi de? Yok. Yok yok. Delikanlı gibi hislerimi açıkladım. O da azıcık delikanlı olsaydı da cingar çıkartmasaydı. Hadi o bastı çığlığı, sana ne oluyor be adam gelip çatıyorsun bana? Hadi tamaam. O diyelim kızın gözüne girecek aklınca, diğer aptallara ne demeli? Hayır azıcık delikanlı olun be. Ahh ah. İçmemiş olacaktım ben. O zaman..." Bir iç çekip biraz daha yavaşlamış biraz daha çarpıklaşmış adımlarıyla daha kilometrelerce sürecek olan yürüyüşüne devam ediyordu şimdi. Elini kaşına götürdü. Artık kanamıyordu. Sonra burnuna dokundu. Ve o anda farketti ki, soğuk artık canını yakmıyordu. Burnunu mıncıkladı birkaç dakika. Birisi izliyor olsa çok komik bulabilirdi bu sahneyi. Üstü başı çamur olmuş, sarhoş, yirmili yaşlarında, çirkin bir adam sallana sallana yürüyüp burnunu mıncıklıyor. Keşke birisi izliyor olsa da gülse diye düşündü. Belki seslenirdi o birisi kahramanımızdan yana. Gel derdi. Belki bir barakası vardır o birisinin, dandik yıkıldı yıkılacak bir baraka. İçinde büyük sağlam bir varil vardır, demirden; içinde ateş yanıyordur belki, belki o birisinin kahramanımızla paylaşabileceği birkaç lokma yiyeceği de vardır.

 Beş dakika soluklanayım diye düşünüp bir elektrik direğine sırtına verdi, düşer gibi oturdu kaldı oraya. Yerden uzunca ve ince bir çöp parçası buldu. Dişlerinin arasına koydu, kendi kendine anlamsız şeyler mırıldanırken çöp de aşağı yukarı sallanıyordu. Birden Red-Kid geldi aklına. Ufacık bir tebessüm yayıldı suratına. "Güzel kız ama" diye geçirdi aklında. "Ama. Arıza çıkarmasaydı iyiydi. Ama, o son bardağı içmeseydim iyiydi. O aptal herif tek başına saldırsa yine indirirdim gerçi, fıçıyla içmiş olsam indiririm ben onu. Sünepenin teki. Kız güzel ama. Ama. Off. Saçma sapan bir iş yaptım, evet saçma sapan bir iş." Artık kanamayan kaşı acımıyordu şimdi, soğuk da canını yakmıyordu. Ciğerleri acıyordu biraz, hızlı yürümüştü, kalbi de bu soğuk havaya, parmak uçlarının, burnunun donmuş olmasına rağmen hızlı atıyordu. Sıkışıyordu arada bir.

 "Ama yok. Hadi kıza gittim anlattım derdimi. Dedim böyle böyle. Neden öpmeye çalıştım ki. Yook ama yanağından öpücektim sadece, yanlış anladı. Bir daha romantik komedi izlersem şuracıkta... Off. Hep filmlerde mi işe yarar ki böyle şeyler. O filmlerden birinde olsaydım keşke. Başrol olsaydım. Hem kız bana aşık olurdu, hem de hepsini döverdim. Garanti öyle olurdu, başrolum ben boru mu? Değiil. Ama bulurum ben onları. Teek tek bulurum. Şimdi anlıyorum. Resmen kumpas kurmuşlar bana çakallar. Arabamı da alamadım yanıma zaten. Herşeyi planlamış itoğlitler. Yok artık. Kızı öpmeye çalışacağımı da mı planladılar. Onu da yapmışlardır. Tabi yaa. O yüzden içirdiler bana. Bardağım hiç boş kalmadı anasını satayım. Ah ulan, nasıl yedim ben böyle bir numarayı." Bir elini havaya kaldırıp hissiz işaret parmağını doğru tutmaya çalıştı, başaramadı, hafif eğri bir şekilde havada sallayarak devam etti kendi kendine mırıldanmaya.

 "Ama yoook..."

 Ağzındaki çöp parçası kucağına düştü. Uyudu kaldı orada. Yerini yadırgayan, başkasının evinde kalmamaya özen gösteren kahramanımız, bir elektrik direğine yaslanıp uyudu.

 Kimbilir, belki uyanamayacak, bir ara birileri bulacak cesedini, gömecekler, gidecek. Belki de sabah bir uyanacak, evindeki yatağı gibi rahat ortepedik bir yatakta bulacak kendini, iyi niyetli ev sahibi gelecek odasına, onu nasıl bulduğunu anlatacak. Belki polis karakolunda bir sandalyenin üstünde uyanacak, bir çay ikram edecekler memur beyler kendisine, hikayesini yarım yamalak anlatacak hala takırdayan dişlerine rağmen. Kaşını gösterip soracaklar, şikayetçi misin? Yook. Evine bırakacaklar polisler onu, annesi telefonuna ulaşamadığı için meraktan çıldırmış durumda karşılayacak onu, bir de eve polisler bıracaklar ya oğlunu, başlayacak kötü senaryoları kurmaya. Ne oldu evladım? Yok birşey. Kimbilir. Belki de uyanamayacak.

6 Haziran 2011 Pazartesi

Birkaç Dağ İçinde

 Sabahın beşi altısı oldu. Kafamı pencereden uzattım, bir onbeş dakika önceydi, bakındım öyle, boş boş. Okumakta olduğum kitaptan, okumakta olduğum kitaplardan alışık olduğum edebi cümlelerden birisi gelir belki aklıma diye. Kereviz geldi. Ne çirkin yemektir ya. Sevene saygım var. Orası ayrı.

 Dokuzuncu katta yaşamak güzel birşeymiş. Karşı köylerin ışıklarını gördüm. Çok uzakta oldukları için ışıkları bir yanıp bir sönüyordu. Aslında tüm ışıklar yanıp söner, kitaplarda böyle yazar ama yakındaki ışıklarda farkedemiyoruz biz bunu.

 Sonra tahmin etmeye çalıştım, şu köy Özbey'dir, şu Ahmetli'dir... Yok lan dedim, Ahmetli buradan görünür mü ki?

 Şunu farkettim: Torbalı birkaç dağ içinde.

 Azıcık daha dedim, bakayım azıcık daha, olur belki birşeyler. Panelvan tipi denilen arabalardan birisi çalıştırılmıştı, durduğu yerde üç-dört kez kornaya bastı. Sivrizekalı panelvan. Amacı neydi ki?

 Ben de birkaç dağ içindeyim. Dört dağ içinde olan da var, baskılardan nefes alamayan insanlar var; 'yüksekteki bir düzlük' olan, plato olan da var; yayla gibi rahat insanlar da var. Üç tarafı denizlerle çevrili olanlar var, yarımada. Okyanusun ortasında üçbeşmetrekarelik bir ada olan da var, epey bir yalnız. Delta diye birşey vardı, o tipte insan da vardır muhakkak ama ben deltanın ne olduğunu unuttum. Ben birkaç dağ içindeyim. Torbalı gibi bir ovadayım. Eskiden balçıkmış tabanım. 'Çalış çalış bir karış'ım ben. Birkaç dağ içinde bir ova.

2 Haziran 2011 Perşembe

Hayırlı Yolculuklar

 Terminaldeydiler. Önceden kurulmuş bir hayali gerçekleştirmek üzere.
 O günden iki yıl kadar önceydi, okudukları şehirden memleketlerine dönmek üzere terminaldeyken kararlaştırmışlardı bunu. Sanki sen nereye gideceğine karar vermeden terminale gelirsin ya, bağırır çağırırlar ya simsarlar, Sivas'a, Ordu'ya, Adana'ya, bilmemnereye gönderelim seni diye... O gün demişti kendilerine isim bulmaya tenezzül etmediğim iki arkadaştan daha sıska olanı, "tamam lan, gelelim bir gün terminale, paramız da olsun cebimizde, ilk kim seslenir, nerenin ismini bağırırsa basalım gidelim oraya". "Tamam lan" dedi şişko olan da. İkisi de için için dua ediyordu, saçma sapan bir yer çıkmasın diye, ama sözleri sözdü, ilk söylenen yere gideceklerdi.
 Ufak birer sırt çantaları vardı, daha yeni birşeyler atıştırmışlar, üstüne çay içip sigaralarını tüttürmüşlerdi. Parası neyse verip çişlerini de yapmışlardı. Yolculuk için herşey hazırdı. Beraber son çılgınlıkları olacaktı belki de bu, geriye dönecekler büyük ihtimalle bambaşka şehirlere askere gideceklerdi. Askerden dönüp sıska veya şişko kadınlarla evleneceklerdi, sıkıcı ofis hayatına dalıp gömleklerini takım elbiselerini çekip sabah 8 akşam 4 çalışacaklar, eve gelip diğer mecburiyetleriyle ilgilecekler, ayda yılda birbirlerini hatırlayıp karşılıklı ikişer bira içip dağılacaklardı, e sabah sekizde işe gitmek gerek.
 -Hangisini tercih ederdin, uzun bir yolculuk mu kısa bir yolculuk mu, diye sordu şişko.
 -Bilmem, kısa olsun bence, gittiğimiz yeri de gezecek vaktimiz olsun.
 -Bence de. Ama kıvırmak yok, Diyarbakır çıksa gideceğiz.
 -Gideceğiz.

 Aradan yarım saat geçtiğinde bilmemkaç numaralı peronun önünde Çanakkale otobüsünü bekliyorlardı. Kısa bir yolculuk olacaktı. Tam da düşündükleri şeyin özüne uyan bir şehir çıkmıştı bahtlarına, ikisinin de aklından, 'gideriz, mekanlara girer çıkarız, içeriz sıçarız' geçmekte iken, şimdi şehitlikleri gezme planları yapıyorlardı. Düşündükleri şeyin özüne uygundu çünkü, plan yapmadan 'o piti piti' ile bir şehre gitmek gerekiyordu; bu gezinin planlardan azade olması gerekiyordu ama ister istemez kurmuşlardı kafalarında birşeyler. Şimdi ters köşeye yatmışlardı, istedikleri de buydu.

 Konforlu birer yolculuk diliyorum onlara, umarım önlerinde oturan insan koltuğunu burunlarına kadar dayamaz, servis güzeldir gittikleri firmada, hemen yanlarında iki güzel kadın vardır umarım, umarım kimse insanlıktan çıkıp kapalı alanda yapılmaması gereken şeyler yapmaz, umarım şarompole falan yuvarlanmazlar. Haydi hayırlı yolculuklar.