13 Ekim 2012 Cumartesi

Hiçbirşey Anlatmayan Bir Yazı Daha

 Güneş artık gitmiş. Ara sıra uğrar, ateş almaya gelmiş gibi, beş dakika durur gider yine, ya da bulutların arasından bir el sallar kaçar, hep mi acele işi vardır, bilmem. Hava kötü. Hava gıcık. Ceket giysen terliyorsun, yok çıkartsan ceketini, üşüyorsun. Yağmur yağacak derdi, havada bir sıkıntı var derdi oralarda bir dede bulunsaydı. Haklı da çıkardı, akşamına kalmadan bastırdı yağmur. Ama o dede orada değildi, haklı çıkamadı bu yüzden, belki evinin penceresinden kafasını uzatıp, içeri dönüp de ev ahalisine bildirimde bulunmuş, yağmur yağacak demiş yine haklı çıkmayı başarmıştır. Bilemiyoruz. 

 Bir çay bahçesi. Gençler bulunur oralarda, dedeler kahveye gider. Belediyenin işlettiği çay bahçelerinden biri, genişçe bir bahçesi var, birbirinden bir hayli uzak olmalarına rağmen en azından otuz masa var bahçede, o kadar geniş. Bahçede geniş yapraklı ağaçlar var iğne yapraklı ağaçlar var. Geniş yapraklar pek tatsız pek çıtkırıldım şimdilerde. Aman bana ilişmeyin der gibiler. İğne yapraklar her zamanki gibi mağrur, sapasağlam duruyorlar. O kocaman bahçeye bir de havuz yakışır tabi, düşünmüşler bunu senden benden önce. Havuzun yüzeyi geniş yapraklarca kaplanmış, o yapraklar daha bir şen, şanslı sayıyorlar kendilerini hiç olmazsa suya düştüler. O yükseklikten su beton etkisi yapar mıydı, yapmazdı, çok yüksek değil. Belki sunta etkisi yapar ama onu da sana bana yapar, süzüle süzüle gelen yaprağa yapmaz. Evet şanslı o yapraklar. 

 İşletmemiz sakin, böyle bir günde beklenen de budur, garsonlar memnun. Sakin dedikse, bomboş da değil. O masada iki kişi oturmuş buradakinden üç ötekinden beş. Dert anlatıyor, birisi diğerine, öteki masadaki birisi de tasa anlatıyor, bir diğeri sıkıntısını anlatıyor, şu en uçtaki masadaki genç de dün gece halı sahada attığı golü anlatıyor. Orta sahayı azıcık geçtim... Orta sahayı "azıcık" geçmemiştir o, ceza sahasına yakındır. Yok yok tam doksan da değildir, yine köşeye gitmiştir de tam doksan değildir, bence.

 Bir sürü kapısı var çay bahçesinin. Hemen şimdi adlandırdım ben onları. İki numaralı kapıdan çıkarsan bir cami görürsün, o cami ki maç günleri çay bahçesi müşterisinin imdadına koşar. sıra olur cami tuvaletinde. Tuvalete doğru dümdüz gitmeyip sola dönersen bir yokuş var. Bayağı dik bir yokuş, çıkması epey zor, inmesi de pek kolay değil, hava durumu tahmininde bulunan dede korkabilir mesela bu yokuşu inmekten, anlık dikkatsizliğe bakar patır patır yuvarlanırsın aşağıya. Ama yuvarlanmadın diyelim, başın gözün sağlam indin yokuşu, dört yola gelirsin. Öyle çok işlek dört yollardan değil, mahalle arası dört yollardan birisi, düz devam edersen işlek bir caddeye çıkarsın, çok canın istiyorsa. Sola dönersen bir ev görürsün orada. Bir sürü ev görürsün de beni bir tanesi ilgilendiriyor şimdi. Dışarıya arabesk sızıyor o evden. Bira kokusu sızmıyor, ama içeri girsen alırsın kokuyu. Fıstık kokusu da var. Şu kabuklu fıstıklardan, çizgi filmlerdeki fillerin çok sevdiği fıstıklardan. Fıstıklar torbada duruyor çöpleri için de bir tabak var. O tabaktakileri alsan damıtsan yarım kilo tükürük salgısı çıkartırsın, fıstığın tuzunu hep emmişler pis adamlar. Yetti be birader diyor, pis adamlardan birisi, içim şişti, kaç kadeh kırılmışmış sarhoş gönlünde, aç duman muman aç dinleyelim diyor.

 O gol kaleci hatası, daha iyi bir kaleci yemezdi bile o golü, doksanla da alakası yok. Dertler tasalar. Anlatmakla çözülmüyor. Anlatmayınca da çözülmüyor, ama hapşırmak gibi birşey işte dert anlatmak. Peçeteye hapşırmak değil de birisinin ensesine hapşırmak gibi. Muhakkak daha keyiflidir enseye hapşırmak. Dedenin de romatizması var, kahin falan değil.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder