21 Nisan 2010 Çarşamba

Baba ile Sohbet

 Evi bir güzel dağıttı. Annesi eve gelmeden evden kaçtı. Darmadağınık evi gören annesi ona kızacaktı, biliyordu. Dışarıya çıkıp abisiyle buluştu. Yürüdüler. Gece yarısına yakın abisini eve bıraktı. "Hazır buraya kadar gelmişken" dedi "babama da uğrayayım".

 Babasının evinin dış kapısını açık görünce şaşırdı. Babasının köpeği Zeyna kaçmasın diye kapı kapalı tutulur genelde. Bahçe kapısından girdi. Dış kapının önüne geldi. Babasını ikili koltuğunda uzanmış televizyon izlerken buldu. Islık çaldı. Herhangi bir melodi işte. Babası doğruldu. Kalkıp kapıyı açtı, "hoşgeldin oğlum" dedi.

 -N'apıyorsun baba nasılsın?
 -Ne yapayım be oğlum, oturuyorum işte, sen ne yapıyorsun? Para mı isteyeceksin, diyip güldü babası.
 -Amma yaptın baba sırf para istemeye mi geliyorum uğradım işte. Hayırdır ne izliyorsun?
 -Futbol, nostalji.
 -Aa Romanya maçı, Hagi var mı maçta?
 -Olmaz mı, Popescu bile var.

 ...

 Baba oğul Cimbom'lu ikili bir Galatasaray muhabbeti tutturdu sonra. Öyle ki konu Metin Oktay'a kadar geldi. Sonra amatör olarak futbol oynadığı yıllardan bahsetti baba. Mert de hiç olmazsa amatör olarak futbol oynamak istiyordu. Aslında daha önce üç kez dinlediği bu "amatör futbol hikayeleri" ona sıkıcı gelirdi, ama o da hevesleniyordu işte, susup dinledi babasını.

 Faruk Hoca'nın telefonu çalıp sustu. Çağrı geldi yani. "Ee ben buradayım, kardeşim içeride uyuyor, kim ki bu?" dedi Mert. Çağrı bırakıp babasının geri aramasını isteyenler kardeşiyle kendisiydi onun bildiği kadarıyla. "Kenan Amcandır" dedi Faruk Hoca. "Beleşçi" dedi güldü.

 Kenan ismindeki arkadaşını geri arayıp on dakika kadar onunla konuştu Faruk Hoca. Telefonu kapatıp biraz Kenan'ı çekiştirdi oğluyla beraber. O gün yine alkollüydü Faruk Hoca. Kenanla konuşurken söylemişti telefonda. "Dört bardak rakı içtim ben de, otuz beşlik bitmek üzere" demişti.

 Faruk Hoca telefonu bırakıp diğer odaya geçti. Sigara saracaktı. O sigarasını sararken Mert de odaya girdi. Bir başka konu, bir başka sohbet cereyan etti aralarında.

 -Bir şey söyleyeceğim sana ama yüreğine inmesin, dedi Mert
 -Buyur söyle bakalım.
 -Ya şey diyorum. Acaba seneye ben üniversiteye gitmesem de, burada sınava hazırlansam mı?

...

 Film oradan sonra koptu. Mert hepi topu iki cümle kurdu ve on beş yirmi dakika boyunca babası tarafından azarlandı. Bu on beş yirmi dakika içerisinde yaklaşık yirmi kez de "tamam anladım haklısın" dedi, ama fayda etmedi.

 -Unut liseyi artık Mert. Lise arkadaşlarını falan unut. Benim lisede ne arkadaşlarım vardı. Can ciğer... Mehmet vardı, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Şimdi sokakta karşılaşıyoruz, merhaba merhaba... Hem senin arkandan kardeşin geliyor. Bak şimdi, o yedinci sınıf, seneye sekiz, sen üniversite bir. Ondan sonra o dokuz sen üniversite iki..."

 Özetle Faruk Hoca Mert'in en fazla bir sene daha kaybedebileceğini söylüyordu, ikisini bir üniversitede okutacak gücünün olmadığını söylüyordu. Mert yine "tamam baba" diyordu. Ama bir türlü hızını alamadı babası. Daha saydı sövdü. Sonra hafif tehtitkar, "oku yoksa okutmam" dedi. Mert de sövdü saydı, ama içinden. "Gerizekalı, okuyacağım tabi" diye geçiriyordu aklından.

 Sonunda hızını alabildi Faruk Hoca. Yeniden havadan sudan konuşmaya başladılar.

 -Bugün dedi Faruk Hoca, müdüre bir posta koydum. Şimdi tüm öğretmenleri aldı karşısına konuşuyor. Yok neymiş, 23 Nisan'da bayramda üç saat öğrencilerin başında bekleyecekmişiz, öğrenciler etrafa dağılmayacakmış. Ulan gerizekalı, derste kırk dakika bir arada tutulmuyor öğrenciler. Ufacık çocuk, nasıl dursun üç saat. Bir de biz gidip sigara içmeyecekmişiz ağaçların dibinde. Tüm arkadaşlar sus pus dinliyor ama. Söyleyecek bir şeyi olan var mı dedi. Benim var dedim. O stada gideriz, ben ağacın altına geçmiş sigara içen başka okuldan bir hoca görürüm, giderim oraya sigaramı içerim. Olay seninle de ilgili değil müdürüm dedim. İlçe milli eğitim müdürünü gönder alsın beni oradan. Aslında o anlamadı büyük ihtimalle ama, ben öyle diyerek onun da kafasına basmış oldum, hehehe. Tüm arkadaşlar böyle kaldı ama...
  -İyi etmişsin baba ne diyim, diyebildi Mert. Güldü bu hikayeye. Babasının yalan atmadığını biliyordu ama, ters bir karakteri vardır Faruk Hoca'nın.
 -Müdürün öğretmenler üzerinde ne gibi bir yetkisi var ki korkuyor öğretmenler? diye sordu Mert
 -Hiç dedi babası, güldü.

 Sonra zamanında sınıfa müfettiş gelince falan, müfettişlerle olan diyaloglarını anlattı Faruk Hoca.

 -Yirmi iki yaşındayım o zaman, sigara yasağı falan da yok o zamanlar tabi. Bahçede sigara içiyorum. Müfettiş geldi, öğrencilerin önünde içmesek iyi olur hocam dedi. Haklı aslında adam. Ama işte gençlik de var. Kalmadım altında...

 Akşamına müfettişle aynı ortamda bulunup ona nasıl laf çarptığını anlattı bu hikayede de.

 -Yine bir keresinde, kapısı hep açıktır zaten benim sınıfın, müfettiş geldi. Dersi anlatmaya devam ettim. Bir elim cebimde bir elimle tahtaya yazıyorum. Sınıf kırk kişi, hepsi anladı anlattığımı, süper bir sınıftı zaten çok zeki çocuklar vardı. Ben elim cebimde yazıyorum ya, müfettiş de ellerini arkasında bağlamış dolaşıyor sınıfta. Sonra tenefüs oldu, çıktık dışarıya. "Her şey güzel hoş da hocam" dedi "ellerin cebinde anlatmasan bir de dersi çok güzel olur" dedi bana. "Eli götünde anlatmaktan iyidir" dedim. Hah ha ha.
 -Cidden öyle mi dedin?
 -Dedim, o da işte şey dedi, tamam anlıyorum gençsin de bu kadar sivri konuşma falan dedi gitti, hah ha ha. Doğruları söyleyeceksin oğlum. Müdür müfettiş, arkadaş, amir... Farketmez, doğruları söyle.

 Ufak bir sessizlik oldu. Faruk Hoca yeniden sigara sarmaya diğer odaya geçti. Diğer odadan bağırarak konuşmaya devam etti.

 -Yalnıız. Bu dediklerim erkekler için. Kadınlara sakın doğruları söyleme. Onlar çok farklı. Farklı yaratıklar işte, doğruya gelemiyorlar. Kadının suratında kocaman sivilce çıkmıştır. Kalkıp ona "bozmuş bu seni" demiyeceksin. Safi yalan söyleyeceksin, başka türlü mutlu edemezsin zaten. "Böyle daha farklı bir havan olmuş" diyeceksin, ne bileyim kıvıracaksın bir yalan...

 Mert babasının son söylediklerine katıla katıla güldü. "Süper yaa" dedi sadece. Sonra babasının sigara sardığı odaya girdi o da. Vitrinde bir tanıdıklarının evlendikleri zaman hediye ettikleri bir şişe şarap duruyordu. Onu çıkarttı. "Bunun içinde şarap var mı?" diye sordu. "Yook" dedi babası "çoktan hallettik biz onu Yusuf abinle". "Çok canın çektiyse git al kendine iki bira bana yazdır" dedi sonra. Mert bir an düşündü. "Alayım yaa" dedi. Bisiklete bindi, gidip üç bira bir tane de soslu fıstık aldı. İki bira kendisi içindi, bir bira da babasının cilasıydı. Oturup baba oğul biralarını tokuşturdular. Yirmi dakikalık "azar" kısmı hariç Mert için güzel bir baba-oğul günüydü. Kalktı annesinin evine gitti. Faruk Hoca da sabah altı buçukta uyanmak üzere uyudu.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder